15 Eylül 2012 Cumartesi

Biricik Ananeciğime İtafen

Benim pamuk ve melek bir anneannem (ki bundan sonra bahsi anane olarak geçecek) vardı. İçimdeki hiçbir şeye ve hiç kimseye rağmen yılmayan insan sevgisini, merhameti ve şefkati tamamen ona borçluyum. Hepsini ondan öğrendim.

Bol bol ve sürekli koşulsuz sevgi alarak büyüdüm ananem sayesinde. Torunlarına, yani bana ve kardeşim Uğur'a çok düşkündü. Biricik kızı olan annemi ayrı sever, onunla gurur duyar, hiç kıyamaz, damadı olan babamı da, kendi öz evladı gibi sever ve kayırırdı. Kısacası, katmerli bir sevgisi vardı hepimize karşı. Ona göre, ne yapsam iyi yapıyordum, ne desem doğruydu, çok akıllıydım, ne istesem başarabilirdim ve ne istesem hemen yerine getirilirdi. Aynı koşulsuz ve sonsuz sevgiyi, ben de ona karşı hissediyordum, halen de hissediyorum. Ne yapsa ne dese, hep benim bir numaralı kraliçemdi. Haliyle, ben de onun biricik prensesi.

Tanıyanlar, muhakkak muazzam bir aşçı olduğunu söyleceklerdir. Yemek yapmayı mı, yoksa, muhteşem sofrasını kurup, yemek yedirmeyi mi daha çok sevdiğini hiç bilemedim. Belli ki, her ikisinden de aynı oranda zevk alıyordu. O kadar lezzetli yemekler yapardı ki, ailedeki herkesin damak zevkini oldukça geliştirdi. Evde yardımcılarımız olduğu zaman bile, mutfağa kimseleri sokmazdı. Mutfağı onun krallığıydı. Çocukluğumda, ananem yemek yaparken, mutfakta oturup onu seyretmekten büyük keyif aldığımı hatırlıyorum. O da, leziz yemeklerini ustalıkla yaparken, bir yandan da bana nasıl yaptığını anlatırdı keyifle. Yemeğin içine sevgisini katardı arsızca. Yıllar sonra, İstanbul'a taşındığımda, az arayıp, çeşitli tarifler almadım yemek yaparken. Özel tariflerini anneme yazdırması sayesinde, neyse ki yemek defteri, halen ailenin en önemli yadigarlarından. Ben yemek yapmayı da, ananemden öğrendim. Ananeden sonra, yemekler hep biraz tatsız ve tuzsuz oldu bizim için. Hep o bildiğimiz lezzeti aradık ama nafile, hiç bulamadık. Çaresiz yetindik elde olanla.

Kudretli, güçlü, azimli, korkusuz ve şavaşçı bir kadındı. Hiç bir zaman pes etmez, olumsuzluklarla savaşır, bu sırada, her nasıl yapabiliyorsa, moralini gayet yüksek tutmayı becerir ve yüzü hep gülerdi. Sanırım ortaokul zamanıma denk gelen yıllarda, kanserle uzun bir mücadeleye girişti. Büyük zorluklar çekmesine rağmen, hiç yılmadı, yenilmedi ve bütün gücüyle savaştı. Bu uzun savaşı sırasında, hem biz ona, hem de o bize moral desteği verdi. Şüphesiz, savaşı kazanan taraf ananem oldu. Hayatla mücadele etmeyi, güçlü olmayı ve korkmamayı da ondan öğrendim.

Çok dini bütün, Allah korkulu bir kadındı. Beş vakit namazını kılar, sağlığı elverene kadar orucunu tutar, dini vecibelerini yerine getirir, herşeyi tevekkülle karşılar, kimse hakkında kötülük düşünmez, kendi inançlarını kimseye diretmez, kendi inancından olmayan hiç kimseyi, hiçbir koşulda yargılamaz, bağnazlıktan hoşlanmaz ve dinin kimde olduğunu dışarıdan asla bilemeyeceğimizi, bu konuda laf söz söylemenin bize düşmediğini söylerdi. Evden dışarı çıkarken, kıyafetine uygun, birbirinden güzel eşarpları, çenesinin altında minik bir düğümle bağlardı. Eşarpları ananemle sevdim ben. Yeri geldiği zaman, kuaförüne gider, bakımını yaptırır, saçını boyatır, taratır ve başını açıp, eşarbını, boynuna indirip, baş örtüsünü fular olarak kullanmaktan da çekinmezdi. Herşey yerine göre derdi. Bana dini de, iyi ahlaklı bir birey olmayı da öğreten ananemdir. Üstelik tüm bu öğretileri, anlatmaktan ziyade davranışlarıyla öğretti.

Dedemi çok sever ve sayardı. Dedemi kaybettiğimiz sıralarda, küçük yaşta olmama rağmen, çok bocaladığını ve bize hissettirmemeye çalışsa da, çok derin bir şekilde üzüldüğünü hatırlıyorum. Öldükten sonra bile, büyük bir aşkla sevdi dedemi. Sanırım aşkı da ondan öğrendim.

Eşimi, yani Erdem'i de ilk ananem beğendi, onunla birlikte olmamı istedi. Yıllar sonra, Erdem de ailemize katılınca, onu da koşulsuz ve arsız sevgisinden mahrum etmedi. Güzel gözlü oğlum diye severdi Erdem'i.

Yedi sene önce bugün, yeryüzündeki melek görevinden, gökyüzündeki melek görevine geçiş yaptı. Bu durumu, onun herşey karşısında gösterdiği tevekkülle karşılayamadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ne yaparsak yapalım, bencil varlıklar olduğumuz için, kayıplara hele ki, koşulsuz sevdiğimiz insanların kayıplarına dayanamıyoruz. Üstün Dökmen demiş ki; "Bir yakınını kaybedenin yüreğinde o ilk gün kırk mum yanar, sonra her gün bir tanesi söner. Kırkıncı gün tek bir mum kalmıştır sönmeyen; işte o hayat boyu sönmez. Ve insan sadece ölümle kaybetmez sevdiklerini..." Ailece, yüreğimizdeki o tek ama kocaman bir alevle yanan mumla yaşıyoruz yedi yıldır. Melek ananem, pamuğum, seni çok özledim, huzur içinde uyu...

Uğur ve ananem, Kaynarpınar'daki evimizin terasında

6 Eylül 2012 Perşembe

Zemberek Darmaduman, Ayar Kaçık, Çivi Kayıp

Her yer viran. Hepimizin zembereği darmaduman, ayarımız kaçtı iyice. Dolayısıyla yaşadığımız dünyanın çivisini çıkardık ve hatta kaybettik sanırım. Herkes herkesle kavgalı, bir bencillik alıp başını yürümüş, yalanlar, dolanlar gırla, kimsenin kimseyi gerçekten dinlediği yok. Farklılıklara tahammülsüz, hoşgörüsü tükenmiş, birbirini dışlamış halde yaşamaya, inat üzerine inat ediyoruz. Neredeyse, hemen herkes, topyekun kendi gizli çıkarlarının peşinde. Sevgiymiş, doğrulukmuş, dürüstlükmüş, mertlikmiş, iyilikmiş ara ki bulasın.

Hayır nedir paylaşamadığımız acaba? Alt tarafı, yediğimiz bir tabak yemek. Daha fazlası mümkün değil zaten. Ne zaman bu kadar acımasız, vurdumduymaz ve kendimiz harici konulara bu derece ilgisiz olduk? Bize benzemeyeni beğenmiyor, farklı sesleri yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Halbuki, dünyayı zenginleştiren ve güzelleştiren tüm bu farklılıklar değil mi? Hepimiz birbirimize benzeyip, aynı şeyleri sevip, aynı şeyleri düşünüp, aynı şeylerden zevk alsak, hayat ne sıkıcı olurdu kim bilir. Sıkıcı olmakla kalsa iyi, üretkenlik de toptan yok olurdu. Mevlana Celaleddin-i Rumi demiş ki; "Herkesin aynı şeyi düşündüğü yerde, kimse fazla birşey düşünmüyor demektir". Birileri, diğerlerinden farklı düşünmeseydi şayet, ne elektrik bulunurdu, ne de uzaya gidilirdi. Kimse farkında değil mi?

İnsanca ve adil bir yaşam tarzı sürülebilse şayet, dünya ne güzel bir yer olabilir. Savaş, terör, vahşet, açlık ve yoksulluk kimin icadı? Kimler neler kazanıyor bunlar süregelirken? Şu yüzyılda, açlıktan ölen çocukların sorumlusu kim? Ya teröre kurban verilen onca can? Her geçen gün, kederimize keder eklemiyor mu? Çeşitli savaşlarla boğuşan ülkeler ve orada aklımıza bile getiremeyeceğimiz olanca zorluğu yaşamak mecburiyetinde olan insanlar? Sırf belli bir coğrafyada doğmuş olduğu için acı, yoksulluk, perişanlık ve açlık çekiyor olmanın neresi adil? Nedir birbirimizden bu denli alıp veremediğimiz?

Olumsuz davranmak, olumlu davranmaktan çok daha zor aslında. Herkesin, kendini bunca zorlayıp, olumsuz davranması, size de tuhaf gelmiyor mu? Neden zorlaştırıyoruz her şeyi bu kadar? Niçin yardım etmiyoruz yardıma muhtaç olanlara? Neden öldürmek istiyor ve hatta öldüyoruz birbirimizi? Sevgimiz mi, ilgimiz mi, yoksa duruşumuz mu eksik? Sevmek ne güzel şey oysa. İnsanın içini ümit, iyilik, anlayış ve mutlulukla doldurup taşıran, sınırı olmayan büyük bir güç. Ne zaman unuttuk sevmeyi? Nasıl vazgeçebildik öylece? Gözlerimiz nasıl bu kadar kör, hırsımız ne zaman insan yaşamından daha kıymetli oldu?

Tüm bu soruların cevabını vermek pek mümkün gözükmese de, konuyu Mevlana'nın meşhur yedi öğüdü ile toparlamak mümkün;

- Cömertlikte ve yardım etmekte akarsu gibi ol
- Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
- Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
- Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
- Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
- Hoşgörülülükte deniz gibi ol
- Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

Tüm dünyayı, bu yedi öğüt kurtarabilir. Sadece hatırlatmak istedim...


4 Eylül 2012 Salı

Cennet mi Hasret mi?

Şu dünyada herkesin bir cenneti olmalı. Başka hiçbir şeye gerek duymadan, sadece sınırları içine girdiğinde bile mutlu olduğu. Orada bulunduğu sürece yenilendiği, olduğu gibi davranabildiği, kendisini ifade etmek zorunda olmadığı, rahat olabildiği bir yer olmalı. Ne giysem, ne yapsam, ne içsem, ne desem dertlerinden uzak, alabildiğine özgür, alabildiğine kendi dolu.

Yaklaşık bir buçuk aydır kendi cennetimdeyim. Çocukluğumdan kalma güvenli, mutlu ve huzurlu. Fonda sakin bir melodi, tatlı anılarla dolu, tanıdık, bildik manzaraya doğru tertemiz bir nefes çekme özgürlüğünü yaşıyorum doyasıya.

Benim cennetimde ek olarak, bir de eski ve eski olduğu kadar da yakın dostlar ile babam mevcut. Bir nevi ballı kaymak. Babamla, bu kadar uzun en son ne zaman geçirmiştim hatırlamıyorum bile. Çokça özlemişiz birbirimizi. Eski dostlar derseniz, hani onlarla beraberken, hiçbir şey konuşmadan bile son derece rahat ettiğiniz, sadece gözlerle bile anlaşabildiğiniz, yıllarca görüşememiş olsanız da, karşılaştığınızda sıcacık sarılabildiğiniz, ne deseniz yanlış anlaşılmayacak, saçma kıskançlık ve aptalca kendini anlatmaya çalışmalardan uzak ve her daim olduğunuz gibi kabul edilmenin dayanılmaz rahatlığını yaşayabildiğiniz insanlar. Ne az ve bir o kadar da kıymetliler değil mi?

Hal böyle olunca, bir huzurdur gidiyor bir süredir. Dünya telaşından uzak, ağır bir ritimle yaşıyorum. En son üniversite yıllarında bu kadar uzaklaşabilmiştim her şeyden. Ne kadar iyi geliyormuş meğer.

Bir kusuru var yine de, malum hiç birşey tam olmuyor şu hayatta, illa bir eksik, bir gedik olacak. Erdem'den uzağım, hem de kilometrelerce. Sanki kilometreler daha fazla olunca, daha mı kötü oluyor bu ayrılık meselesi? Erdem'den çeşitli zamanlarda ve çok farklı kilometreler boyunca ayrı kalmış biri olarak, yanında olamadıkça, kilometrelerin pek bir önemi olmadığını bildiğim halde, yine de kendimi esir ediyorum şu uzaklık mevzuna.

Hasret her daim hayatımızın içinde. Sürekli bir hasret seçme durumundayız. Bir ailemizin, bir dostlarımızın, bir de sevdiğimizin hasret seçimi halinde gidip geliyoruz. İnsan cennetinde bile tam olamıyor bu hasret mevzusu sebebiyle. Her yeni seçim, farklı bir hasretin içine atıveriyor her birimizi usulca. Usul usul hayatımıza giren hasret, zaman içinde kocaman bir yangına dönüşüveriyor farkında olmadan. İnsan cennetinde yanar mı, yanıyor işte böyle kor gibi...