Benim pamuk ve melek bir anneannem (ki bundan sonra bahsi anane olarak geçecek) vardı. İçimdeki hiçbir şeye ve hiç kimseye rağmen yılmayan insan sevgisini, merhameti ve şefkati tamamen ona borçluyum. Hepsini ondan öğrendim.
Bol bol ve sürekli koşulsuz sevgi alarak büyüdüm ananem sayesinde. Torunlarına, yani bana ve kardeşim Uğur'a çok düşkündü. Biricik kızı olan annemi ayrı sever, onunla gurur duyar, hiç kıyamaz, damadı olan babamı da, kendi öz evladı gibi sever ve kayırırdı. Kısacası, katmerli bir sevgisi vardı hepimize karşı. Ona göre, ne yapsam iyi yapıyordum, ne desem doğruydu, çok akıllıydım, ne istesem başarabilirdim ve ne istesem hemen yerine getirilirdi. Aynı koşulsuz ve sonsuz sevgiyi, ben de ona karşı hissediyordum, halen de hissediyorum. Ne yapsa ne dese, hep benim bir numaralı kraliçemdi. Haliyle, ben de onun biricik prensesi.
Tanıyanlar, muhakkak muazzam bir aşçı olduğunu söyleceklerdir. Yemek yapmayı mı, yoksa, muhteşem sofrasını kurup, yemek yedirmeyi mi daha çok sevdiğini hiç bilemedim. Belli ki, her ikisinden de aynı oranda zevk alıyordu. O kadar lezzetli yemekler yapardı ki, ailedeki herkesin damak zevkini oldukça geliştirdi. Evde yardımcılarımız olduğu zaman bile, mutfağa kimseleri sokmazdı. Mutfağı onun krallığıydı. Çocukluğumda, ananem yemek yaparken, mutfakta oturup onu seyretmekten büyük keyif aldığımı hatırlıyorum. O da, leziz yemeklerini ustalıkla yaparken, bir yandan da bana nasıl yaptığını anlatırdı keyifle. Yemeğin içine sevgisini katardı arsızca. Yıllar sonra, İstanbul'a taşındığımda, az arayıp, çeşitli tarifler almadım yemek yaparken. Özel tariflerini anneme yazdırması sayesinde, neyse ki yemek defteri, halen ailenin en önemli yadigarlarından. Ben yemek yapmayı da, ananemden öğrendim. Ananeden sonra, yemekler hep biraz tatsız ve tuzsuz oldu bizim için. Hep o bildiğimiz lezzeti aradık ama nafile, hiç bulamadık. Çaresiz yetindik elde olanla.
Kudretli, güçlü, azimli, korkusuz ve şavaşçı bir kadındı. Hiç bir zaman pes etmez, olumsuzluklarla savaşır, bu sırada, her nasıl yapabiliyorsa, moralini gayet yüksek tutmayı becerir ve yüzü hep gülerdi. Sanırım ortaokul zamanıma denk gelen yıllarda, kanserle uzun bir mücadeleye girişti. Büyük zorluklar çekmesine rağmen, hiç yılmadı, yenilmedi ve bütün gücüyle savaştı. Bu uzun savaşı sırasında, hem biz ona, hem de o bize moral desteği verdi. Şüphesiz, savaşı kazanan taraf ananem oldu. Hayatla mücadele etmeyi, güçlü olmayı ve korkmamayı da ondan öğrendim.
Çok dini bütün, Allah korkulu bir kadındı. Beş vakit namazını kılar, sağlığı elverene kadar orucunu tutar, dini vecibelerini yerine getirir, herşeyi tevekkülle karşılar, kimse hakkında kötülük düşünmez, kendi inançlarını kimseye diretmez, kendi inancından olmayan hiç kimseyi, hiçbir koşulda yargılamaz, bağnazlıktan hoşlanmaz ve dinin kimde olduğunu dışarıdan asla bilemeyeceğimizi, bu konuda laf söz söylemenin bize düşmediğini söylerdi. Evden dışarı çıkarken, kıyafetine uygun, birbirinden güzel eşarpları, çenesinin altında minik bir düğümle bağlardı. Eşarpları ananemle sevdim ben. Yeri geldiği zaman, kuaförüne gider, bakımını yaptırır, saçını boyatır, taratır ve başını açıp, eşarbını, boynuna indirip, baş örtüsünü fular olarak kullanmaktan da çekinmezdi. Herşey yerine göre derdi. Bana dini de, iyi ahlaklı bir birey olmayı da öğreten ananemdir. Üstelik tüm bu öğretileri, anlatmaktan ziyade davranışlarıyla öğretti.
Dedemi çok sever ve sayardı. Dedemi kaybettiğimiz sıralarda, küçük yaşta olmama rağmen, çok bocaladığını ve bize hissettirmemeye çalışsa da, çok derin bir şekilde üzüldüğünü hatırlıyorum. Öldükten sonra bile, büyük bir aşkla sevdi dedemi. Sanırım aşkı da ondan öğrendim.
Eşimi, yani Erdem'i de ilk ananem beğendi, onunla birlikte olmamı istedi. Yıllar sonra, Erdem de ailemize katılınca, onu da koşulsuz ve arsız sevgisinden mahrum etmedi. Güzel gözlü oğlum diye severdi Erdem'i.
Yedi sene önce bugün, yeryüzündeki melek görevinden, gökyüzündeki melek görevine geçiş yaptı. Bu durumu, onun herşey karşısında gösterdiği tevekkülle karşılayamadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ne yaparsak yapalım, bencil varlıklar olduğumuz için, kayıplara hele ki, koşulsuz sevdiğimiz insanların kayıplarına dayanamıyoruz. Üstün Dökmen demiş ki; "Bir yakınını kaybedenin yüreğinde o ilk gün kırk mum yanar, sonra her gün bir tanesi söner. Kırkıncı gün tek bir mum kalmıştır sönmeyen; işte o hayat boyu sönmez. Ve insan sadece ölümle kaybetmez sevdiklerini..." Ailece, yüreğimizdeki o tek ama kocaman bir alevle yanan mumla yaşıyoruz yedi yıldır. Melek ananem, pamuğum, seni çok özledim, huzur içinde uyu...
Uğur ve ananem, Kaynarpınar'daki evimizin terasında