28 Ocak 2013 Pazartesi

Aslında Etrafta Ne Çok Deli Var

Bugün çok eski ama eskimeyen bir arkadaşım olan Gamze'nin telefonda söyledikleri itti beni bu yazıyı yazmaya. Dedi ki; "Aslında ne çok deli var etrafta, biz evde olduğumuz için pek karşılaşmıyoruz çoğuyla. Sonra bir şey olup da, herhangi bir aklı kıt ile karşı karşıya kalınca da ağır geliyor bize hareketleri." Ne doğru söylemiş di mi? Gördüğünüz gibi Gamze'nin zeka ve gözlemlerine her daim değer vermem boşuna değil.

Korkarım, etraftaki deli sayısı, akıllı sayısını katlayalı yıllar oldu. Bir kısmını ilgili kuruluşlara göndersek, tedavi amacıyla içeri alıp, dışarı salmazlar diyecek kadar da kararlıyım bu söylemimde. Çalışırken ve seçimim dışında daha çok insanla iç içe olmaya mecburken, kendi akıl sağlığımı korumak ve tüm bunların arasında hayatta kalmak adına, bir kısım delilikleri normal sayar ve hatta görmezden gelirdim. Ama, artık tamamen seçtiklerim ile ilerlediğim için, hiç bir şeye ve hiç kimseye katlanasım yok. Kendi seçmediğim ve bir şekilde hayatıma giren, zıvanadan çıkmışları, saygı sınırları içinde acilen paralayıp, geldikleri yere gönderme ihtiyacı hissediyorum. Ne büyük özgürlük..

Özgürlük dedim ama, aslına bakarsanız, bu delilerle seçimlerimiz dışında, her yerde karşılaşmak son derece olası. Yolda yürürken, takside, arkadaşınızın arkadaşı olarak, alışveriş merkezinde, markette, kasada, restaurantta, cafede, spor salonunda, yani her yerdeler. Üstelik, sizin özel olarak bir şey yapmanız da gerekmiyor. Genelde, onlar, size sataşacak uygun bir kılıf veya bir bahane bulmak konusunda oldukça tecrübeli ve istekli oluyorlar. Bazen öyle anlar oluyor ki, hiç tanımadığımız insanların bile bize olan tuhaf davranışları karşısında şaşırıp kalmıyor muyuz?

Bu kadar deliyle uğraşmak mecburiyetinde olmamız ne kadar gereksiz. Hadsiz, empati bilgisizi, saygı yoksunu ve patavatsız bunca insanın arasında yaşam mücadelesi vermek sanki gayet normalmiş gibi geliyor bize. Üstüne üstlük, çoğu zaman, onların kimseye göstermedikleri saygıyı, kendilerine göstermek suretiyle yaşayıp gidiyoruz. Benim asıl merak ettiğim, bu insanların, bunca tuhaf davranışı kendilerine nasıl hak gördükleri. Bir insan, diğer bir insana saygısızca ve hadsiz bir duruşla davranmayı nasıl normal sayabiliyor?

Tüm bu delilere, anladıkları dilden aşağıdaki fotoğraftaki gibi cevap veresim var. Ne dersiniz tam yerini bulmaz mı? Hepimize akıl sağlığı dileklerimle...



23 Ocak 2013 Çarşamba

Soğuk, Yürüyüş ve Kuzu İncik Üçlemesi

Pazartesi günü hava -2 dereceydi, yani burası için bahar gibi. O gün, dışarı çıkmak için hazırlandım ve tam kapının önündeyken, şeytan dürttü. O saate kadar dışarı hiç bakmamıştım. Bir sonraki saniye, kendimi pencereden dışarı bakmak için, balkona doğru yürürken buldum. Bir de ne göreyim, kar yağışı kendinden geçmiş, göz gözü görmüyor. Dışarıda yürümek ne demek? O saniye yürüyüş sevdama bir son vererek, kendime bir çay yapmak için mutfağa gittim. Çok yüksek eksilerde kar yağamıyor, o derece bir soğuk ama mantıklı eksilere düşünce, kar yağışı da kaçınılmaz bir son oluyor. Anlayacağınız, öyle de olmuyor, böyle de olmuyor.

Dün ise hava sıcaklığı -11 lerde seyretmesine rağmen, güneş yüzünü gösterince ve herhangi bir kar yağışı da olmayınca, duruma fena kandım. Hemen hazırlanıp dışarı çıktım. Güneş iyi tamam da, hiç ısıtmıyor ki. Ben anlamadım buradaki güneşin işlevini. Bir rüzgar esiyor tarifi imkansız. O estikçe yüzüme yüzüme, gözlerimden yaşlar geldi soğuktan. Zorlaya zorlaya, güç bela 15 dakika yürüyebildim. Ne zorum varsa artık, sanırsınız yürümezsem insanlık son bulacak. İlk bulduğum cafeye zor attım kendimi. Isın ısınabilirsen.

Cafedeyken herşey güzeldi ama bunun bir de geri dönüşü var. Dönüşte, mecburi bir ısınma duraklaması daha yapıp, attım kendimi markete. Markette kuzu incik buldum, ta Yeni Zelanda'lardan gelmiş, haliyle kaçırmadım. Yaptım çok güzel oldu, tarifi sizinle de paylaşasım var, öyle iyi bir insanım işte. Bu zorlu yürüyüş size yaradı yani. Yemek bloğu haline dönmeyecek mevzu, korkmayın. Sadece bu seferlik.

- Kuzu inciklerin üzerinde, hafif, önlü arkalı biraz zeytinyağ gezdirin ve her iki tarafına da tuz ve karabiber serpiştirip, bir borcama alın. Borcam yoksa, fırın kabı da olur, hemen dertlenmeyin.
- Fırını 200 derece ve ızgaraya ayarına alıp (üzerilerinin biraz esmerleşmesi için) borcamı öylece fırınlayın. (Izgara olduğu için, 10 dakika bir taraf, 10 dakika da diğer tarafın esmerleşmesi lazım, çevirmeyi unutmayın) Çevirmeyi unutursanız, kömür olur söyleyeyim.
- Borcamı fırından çıkarıp, kuzu inciklerin üzerine 6-7 sarmısak (kabuklarıyla ama aromasının çıkması için bıçağın geniş tarafıyla üzerilerine bir kere vurun) ve birkaç dal biberiye ekleyin. Biberiye yoksa kekik de hoş olur, bildiğiniz tüm aktarları ve marketleri arşınlamaya lüzum yok. Bir sakin olun.
- Borcamın üzerini 3 sefer alüminyum folyo ile kaplayın. Hatta ilkini direk borcamın altından üzerine doğru kapatın (hediye paketi gibi). Bütün güzel kokular, aromalar içeride hapsolsun, çıkamasınlar dışarı.
- Fırını, bu sefer 170 dereceye ayarlayın ve ızgaradan normal fırın ayarına çevirin. 2 saat bu haliyle bırakın, yavaş yavaş, güzel güzel pişsinler. Şayet fırının derecesini ve ızgaradan normale çevirmeyi atlarsanız, hemen atın o eti çöpe, yenmez söyleyeyim.
- 2 saat sonra çıkarın fırından. Açın tüm alüminyum folyaları. Biberiyeleri (kekikleri içinden nasıl alacağım diye hayıflanmayın alamazsınız, bırakın kalsınlar sorun yok) içinden alıp, inciklerin üzerine 1 bardak su (mümkünse et veya tavuk suyu olsun, değilse ne yapalım kader) ekleyip, borcamın üzeri açık halde tekrar fırına atın. Fırın derecesi yine 200 dereceye dönecek. Dön bebeğim. (Izgaraya döndürmeyin sakın, fırın ayarında kalmaya devam etsin) 15 dakika da böyle pişsin.
- İncikleri bir tabağa çıkarın ve borcamdaki suyu bir bardağa dökün. Bir müddet sonra, et suyunun içindeki yağ yüzeye çıkacak. Bir kaşık yardımıyla alıp atın o yağları. Kalan sağlar bize lazım.
- Servis ederken tabağa koyduğunuz kuzu inciklerin üzerine 1-2 kaşık o et suyunu dökün, sarmısak ve bir dal biberiye ile de süsleyin. Afiyet, bal, şeker olsun.

Bu arada yürümeye çalışırken, bir taraftan da bu fotoğrafları çekmeyi başardım. Her şey sizin için, yoksa ne uğraşacağım.





19 Ocak 2013 Cumartesi

Ekaterinburg Yıllığı

Zaman nasıl geçiyor belli değil. Şubat ortasında, yani tam olarak bir ay sonra, Rusya macerası bir yılını dolduracak. Haritada Ekaterinburg'un nerede olduğuna baktığım zaman, hafızamda halen dün gibi.

Bazı zamanları aman bir önce geçsin de çabucak gitsin diye, bazı zamanları meraklı bir keyifle, bazı zamanları şaşırarak, bazı zamanları kahkahayla, bazı zamanları da sevdiklerimin hasreti ile doldurdum. Kısaca öyle veya böyle, Rusya'da hayat bir şekilde devam edip gitti.

İzmir'de daha çok küçük bir kız iken, nasıl bir gün İstanbul'da yaşayacağımı biliyorsam, İstanbul'da yaşarken de, günün birinde bir süreliğine de olsa, yurt dışında yaşayacağımı biliyordum. Ne derseniz deyin, belli ki bir hissi kablel vuku durumu. En sonunda, yurt dışı macerasına da başladık ve çok yakında bir senesi tamamlanmış olacak. Dönüşe ne kadar kaldı, bundan sonra nerelere gideceğiz hiç belli değil. Sürprizlere açık, plan ve programa pek tahammülü olmayan bir yaşamın içindeyiz şu sıralar. Gerçi, bu durumdan memnun değilim diyemeyeceğim. Oldukça stabil bir yaşam, beni muhtemelen çok bunaltabilirdi. Bazı insanların kökleri çok sağlamdır. Doğdukları yerden bir müddet olsun ayrılmaya tahammülleri yoktur. Ben köklerimi ne kadar sevsem de, İzmir'den sonra İstanbul'da olduğu gibi, başka yerlerde de kökler salabiliyorum. Özlem hususu biraz sıkıntı yaratıyor ama ne yapalım, gülü seven dikenine de katlanıyor.

Madem bir yılı deviriyoruz, neler oldu, sonra neler yapılabilir şeklinde, bir muhasebe yapmak lazım diye düşündüm;

Madde No 1 - Rusça halen öğrenilemedi. Önümüzdeki yıl bu konu üzerine çokça zaman ve emek harcamak lazım. Özellikle Ekaterinburg'da öyle çat pat Rusça ile hayatı idame ettirmek zor.

Madde No 2 - Alt tarafı dört saatlik bir farktan söz ediyoruz ama halen Türkiye saatine göre yaşıyorum. Türkiye saatine göre uyuyor, Türkiye saatine göre uyanıyorum. Türkiye'ye gittiğimde her şey şahane ancak burada durum pek öyle değil. Bir türlü normale dönemedim. Bunun üzerinde çalışmam şart.

Madde No 3 - Spor, halen düzenli bir yaşam stiline dönüşemedi. Her gün en az bir saat spor için ayrılmalı.

Madde No 4 - Tüm düşme korkularımı yenip, kar üzerinde topuklu ayakkabı ile yürüme denemelerine devam etmem lazım. Kocaman kar botlarından ve dışarıda giyebildiğim tek çizmeden çok sıkıldım! Havalı botlarımı ve topuklu ayakkabılarımı da giymek istiyorum.

Madde No 5 - Takınca saçları bozmayan bir şapka veya bere bulmam şart. Soğuktan korunacağım diye, bereyi çıkardıktan sonra o saçların durumuna daha fazla katlanamayacağım. Bir-iki aydan bahsetmiyoruz, tam tamına bere takmak gereken altı ay ve o saçlar, ah o saçlar..

Madde No 6 - Blog yazılarımın düzeni ara sıra kaçıyor. Kendi kendime söz verdiğim gibi, haftada en az bir yayın uygulamalıyım.

Madde No 7 - Aile ve arkadaşlarımla "Skype" üzerinden daha fazla görüşmeliyim. Seslerini duymak tamam da, göz görünce, gönül daha çok mutlu oluyor.

Madde No 8 - Soğuk yüzünden günlük yürüyüşlerimi uzun süredir yapamıyorum. Eskisi gibi çok yürüyemesem de, kalın kalın giyinip, kısa mesafeli de olsa, günlük yürüyüşlerimi sürdürmeliyim.

Madde No 9 - Geçen sene ufak bir şehir turu almıştık ama pek yeterli değil. Bu sene uzun ve güzel Ekaterinburg turları almalıyım.

Madde 10 - Trans Sibirya Ekspresi turlarını araştırıp, hazır buradayken, en azından Ekaterinburg'dan sonrasını muhakkak tecrübe etmeliyim.

Madde No 11 - Halen, herhangi bir Rus yemeği pişirmesini öğrenmiş değilim. Rusya'dan giderken, en az bir tarif de benimle beraber gidiyor olmalı.

Madde No 12 - Kar üzerinde Husky'lerin çektikleri kızak deneyimini henüz gerçekleştirmedim. Bu sene bir ara muhakkak yapılmalı.


14 Ocak 2013 Pazartesi

Rusya, Müzik ve Ben

Bu aralar yaşam koçu olmak en popüler meslekler arasına girmiş sanırım. Nereye dönsem, bir yaşam koçuna rastlıyorum birkaç zamandır. İşinden bunalan, yaşam koçluğu seminerine gidip, kendini yaşam koçu ilan ediyor. Benim de, bunca yıllık otelcilik kariyerime istinaden, Ekaterinburg'daki tüm cafe ve restaurantların koçu olasım var şu sıra.

Neden mi? Tam bir cafeyi beğeniyorum, buraya gelince rahat rahat kitabımı okurum, ya da buluştuğum arkadaşlarımla güzel güzel sohbet ederim diyorum, ikinci veya üçüncü gidişimde, cafe kendini bozuyor. Aynı şey restaurantlar için de geçerli. Güzel bir restaurant buluyorum, yemekleri düzgün, ortam şık, servis fena değil. Yine ikinci veya üçüncü seferde, restaurant acil bir saçmalama ihtiyacı hissediyor. Bir müzik, zannedersiniz gece kulübündeyiz. Restaurant'ta, karşında oturan kişinin ne söylediğini, duy duya bilirsen. Hele cafe'de durum daha da korkunç. Güpegündüz, kulaklara işkence. Ne konuştuğunuz duyuluyor, ne de huzurla kahvenizi içebiliyorsunuz. Geçen gün dayanamadım ve garsondan, müziği değiştirmesini ya da en azından sesi azaltmasını rica ettim. Cevap ise, müzikten de beterdi; "Müdür böyle istiyor, maalesef değiştiremeyiz". Bu müdür nerede yaşıyor Allah aşkına? Delirmiş olmalı!

Servis sektöründe olanlar bilirler, misafir her zaman (aslında çoğu zaman) haklıdır. Gerçekten haksız olduğunu düşünüyorsanız bile, bunu asla yüzüne karşı söylemezsiniz. Hele misafirin, herhangi bir şikayetine karşılık, benim yukarıda aldığım cevap ise tamamen kabul edilemez. Bu tarz işletmelerde, sürekli misafirlerin verdikleri yorumlar, muhakkak göz önüne alınmalıdır. Aksi taktirde, işletme, sürekli misafirlerini yavaş yavaş kaybeder. Buna keza, cafe ve restaurantlarda, back ground müzik tercih edilmesi esastır. Bazı restaurantlar, özel programlar ve hatta canlı müzik de yapabilirler tabii ama bunu bilir, ona göre gidersiniz. Durduk yere ve hatta güpegündüz kulüp havası neyin kafasıdır acaba? Bir ben mi biliyorum bunları? Hey tüm işletmeler, neyiniz var? Müşterilerinizi dinlemeniz gerekiyor diye haykırasım var.

Bugün yine aynı cafe, yine aynı çılgın müzik. Gündüz vakti, insanlar cafeye, yüksek desibelli, dum tıs dum tıs şeklinden ibaret müziği dinlemeye gider mi? Ekaterinburg'da gider sanıyorlar muhtemelen, başka bir açıklaması olamaz. Aman Allahım yoksa bir kültür çatışması içinde miyim? İyi de, nasıl bir kültür bu böyle? Arkadaşımın ne söylediğini ancak ikinci tekrarlarda anladım. Bir kısmını da halen anlayabilmiş değilim. Utancımdan üçüncü kere soramadım.

Uzun lafın kısası, bu aralar Rusya, müzik ve ben anlaşamıyoruz. Ziyadesiyle şikayetçiyim. Tek derdin bu olsun diyeceksiniz, haklısınız. İnsan kendine dert aranıyor işte.


7 Ocak 2013 Pazartesi

Sibel'ime..

Bugün unutulmaz ve çok sevdiğim bir çocukluk-gençlik arkadaşımın ve beraberce yeni yeni genç kadın olmaya ilerlerken de, çok sevgili dostum olan Sibel'imin doğum günü. Kendisini beş sene önce kaybetmiş olmamız, içimde ona karşı hissettiğim sevgi ve ona duyduğum özlemimi hiç değiştirmedi. Hatta günbegün arttı, artmaya da devam ediyor.

Bazı insanlar vardır, etraflarına ışık saçarlar. Ellerinde değildir bu, öylesine oluverir. Kendilerinin de, bu durumun çok farkında olduklarını sanmıyorum. Onların, bu acımasız ve çıkarcı dünyamıza, güzellik ve iyiliği hatırlatan birer iyilik meleği olarak geldiklerini düşündürürler hep. Kimseye zarar veremez, kimse hakkında kötü düşünmez ve kimse için gizli kapaklı planları yoktur onların. Oldukları gibidirler. Transparandırlar. İçlerindeki o müthiş güzelliği, insan sevgisini, huzuru ve etraflarına saçtıkları enerjiyi görmemek için kör olmanız gerekir. Hem delici, hem de umut ve sevgi dolu bakışlarıyla, yüreğinizi hemen sarıp sarmalayıverirler. Kendinizi hep çok rahat ve mutlu hissedersiniz onlarla beraberken. Ne az var onlardan değil mi? Keşke daha çok olsalar.

Sibel'im de, aynen böyle bir iyilik meleği olarak gelmiş dünyaya. Kısacık yaşamı boyunca, sayısız insanın  kalbine dokunup, hepimize çok fazla anı, birçok güzellik ve çokça iyilik bıraktı. Halen aklıma geldikçe, tebessüm ve hatta kahkahalarıma engel olamadığım çok güzel hatıralarımız var.

Bazen benim işim sebebiyle, görüşmelerimizin süreleri uzardı. Şu anda çok pişmanım. Ama ne fayda. Siz siz olun, değer verdiğiniz dostlarınıza, hem sizin, hem de onların hak ettikleri zamanı ayırın. Sonrası büyük pişmanlık maalesef.

Bir gün, rahatsızlığının ilk günlerinde, Beşiktaş'taki evimde kalırken, buzdolabıma bir post-it asmıştı. Kendi yaptığı, kendini resmeden bir çizimin altına " Herşeye sevgiyle bakın, S.." yazmış. Buzdolabıma kendi elleriyle astığı o post-it i hiç çıkarmadım. Her sabah, her akşam, post-it bana, ben post-it e baktım durdum. Senin kadar yüce gönüllü olamasam da, vasiyetine uyup, her şeye sevgiyle bakmaya gayret ediyorum Sibel'im. Doğum günün kutlu olsun güzel arkadaşım, huzur içinde uyu.



https://www.facebook.com/groups/14916190595/?fref=ts