28 Mayıs 2012 Pazartesi

Baharı Kaçırmayın

Normal şartlarda, Mayıs ortasına kadar kar yağması gerekiyordu. Bahar, ancak Mayıs sonu ya da Haziran başı civarında gelecekti. Baharın yaklaşık olarak iki haftasının da, kar sebebiyle henüz çıkmamış otlar ve yeşerememiş ağaçlar sebebiyle, biraz çirkin, tozlu ve gri olması gerekiyordu. Haziran ortası veya sonuna doğru tüm ağaçlar yeşermiş olacaktı. Ekaterinburglular ve senelerdir bu şehirde yaşayanlar, durumu bu şekilde ifade etmişlerdi. Peki olaylar böyle mi gerçekleşti? Cevap kocaman bir hayır.

Nisan sonu ila Mayıs başında Istanbul'daydım. Giderken, karlar erimişti ve etraf gerçekten bol tozlu ve griydi. Mayıs'ın ikinci haftasında, Ekaterinburg'a geri döndüğümde ise, her yer yemyeşil olmuştu. Yağması gereken kardan herhangi bir iz yoktu. Hava ise, olağandışı ve herkesi şaşırtarak, 23 ila 32 dereceler arasında seyrediyordu. Bir hafta sonra, tüm ağaçlar çiçek açtı. Sokaklar ve caddeler, tam anlamıyla mis gibi kokuyordu. Öğrendiğim kadarıyla, çiçek açan ağaçların büyük bir kısmı, elma ağacıymış. Çok güzel görünmelerinin yanı sıra, ne kadar güzel koktuklarını anlatmak mümkün değil. Ben biraz yasemine benzettim. Tüm şehrin bir anda yasemin kokusuna büründüğünü düşünün. Etkileyici değil mi?

Şu sıralar her yer yemyeşil. Bahar, herkese inat, müthiş bir güzellikle devam ediyor Ekaterinburg'da. Ara sıra, bahar yağmurları yağıyor ama genellikle şahane bir güneş eşlik ediyor tüm güne. Üstelik güneş saat 05:00 civarında çok erken doğuyor. Akşam 23:00 civarında alacakaranlık oluncaya kadar hükmünü sürdürüyor gün ışıkları. Hem bahar yağmurundan kime ne zarar gelmiş? Tatlı ve hoş bir serinliğe eşlik eden, temiz bir bahar yağmuru kokusu da, aynı derecede keyifli. Kış aylarının kudretli ve zor olduğu kadar, bahar ayları da aynı derecede kudretli Ekaterinburg'da. Tüm benliğinizde hissediyorsunuz bu güzel havanın olumlu yan etkilerini. Parlayan güneş, içini ısıtıyor insanın, genel bir mutluluk veriyor, özel bir sebep olmasa bile.

Yazarken şu an düşünüyorum da, yoğun yoğun çalışırken, ne çok bahar kaçırmışım meğer. Durup, bunları düşünecek, yaşayacak vaktim hiç olmamış. Gereksiz koşturmacalar, lüzumsuz telaşlar için kaç bahar harcanmış. Tüm bu güzellikleri, şimdi, yabancı bir ülkede fark edebiliyor olmak oldukça tuhaf. İstanbul nasıl kokuyor acaba bahar aylarında? Hiç hatırlamıyorum, çünkü hiç dikkat etmedim. Daha önemli işlerim vardı hep. Erguvanlar çıktığı zaman, bahar geldi demektir İstanbul'a. Gerçi Erguvanlara bile dikkat etmezdim ya, o da ayrı mesele. Ama koku derseniz, o durum daha fena, zira hiç bir fikrim yok. Oysa, şehirler, tam manasıyla olmasa bile, biraz da kendine has özel kokuları ile hatırlanır. Her şehrin özel bir kokusu vardır.

Belli ki, bir şeyleri çok yanlış yapmışım. Özel hayat-iş dengesini kuramadığım gibi, o sıralar yaşamayı da ertelemişim. Güzelliklerin farkında olmamışım, zaman öylece akıp gitmiş. Ve doğruyu isterseniz, açıkçası çok yazık olmuş. Bu yazı, halihazırda benim gibi saçmalayanlar için bir uyarıcı olsun. Uyanın ve etrafınıza bakın. İş, güç tamam güzel, fakat yıllar geçiyor. Arada sırada durun ve o anda gerçekleşen minik mucizelerin tadını çıkarın. Hayat, gerçekten çok farklı akıyor aslında. Ritmi yakalayın, kendi küçük dünyalarınızda sıkışmayın. Ve en önemlisi, halen vakit varken, baharı ve beraberinde getirdiği müthiş kokuları sakın kaçırmayın..

Ekaterinburg

Ekaterinburg

Ekaterinburg

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Kitapların Sinemaya Yolculuğu

En güzel hediye kitaptır derler. Doğru. En azından benim için. Kendi seçimlerimin yanısıra, birçok sevdiğim yazar ve kitaba bu sayede ulaştım. Okuyup, beğendiğim yazarların eserlerini, arkadaşlarıma hediye etmekten de, ayrıca farklı bir keyif alıyorum. Nihayetinde yararlı bir alış-veriş. Kitap okumak, bir yolculuk gibi geliyor bana. Bir yazarın düşüncelerine, araştırmalarına ve hayal dünyasına yapılan muazzam bir yolculuk. Gerçek hayata bir müddet ara verip, farklı dünyalara geçiş özgürlüğü.

Bazı kitaplar vardır, okurken sizi içine alır, bambaşka yerlere sürükler. O başka diyarlarda kaybolmak, gerçek dünyaya dönmek istemezsiniz hiç. Zaman dursa da, hep o hikayenin içinde kalsam diye düşünürsünüz. Orhan Pamuk, Paulo Coelho, Ayn Rand ve Buket Uzuner gibi yazarların kitapları, genel olarak böyle bir etki yaratır bende. Hikaye hiç bitmesin, sona yaklaşılmasın, kendi kendine bıraktığım yerden uzasın isterim. Sona yaklaştıkça bir hüzün çöker.

Bazı kitaplar da vardır, okurken, her bir karakter, her bir mekan ve tüm olayları canlandırırsınız zihninizde. Özel bir çaba harcamadan, hepsi geliverir öylesine gözünüzün önünde. Ne esaslı bir film olur bu hikaye diye düşünerek okursunuz her satırını. Benim için, buna en önemli örnek, Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" isimli romanıdır. Bu kitabın, bir filme dönüşmesini, senelerdir kibar kibar bekliyorum. Bir gün olacak çok eminim. İkinci en önemli örneğim ise, Orhan Pamuk'un "Sessiz Ev" isimli romanı. Filme dönüşmesini dileyerek okuduğum diğer örneklerim ise, Dan Brown'un romanları gibi macera-polisiye-gerilim dolu bazı hikayeler ile Clive Staples Lewis'in "Narnia Günlükleri" gibi fantastik kitaplardan geliyor. Neyse ki, bir çoğunun sinema filmleri yapıldı.

Her bir sayfayı, şahane bir film olur diye okuduğum, Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları" serisi ile, sevgili arkadaşım D.'nin, doğum günümde hediye ettiği, bir dizi kitap seti sayesinde tanıştım. O zaman, üçlemenin sadece ilk ikisi yayınlanmış olduğu için, "Açlık Oyunları" ve "Ateşi Yakalamak" isimli kitapları arka arkaya, soluksuz okudum. Deyim yerindeyse, elimden bırakamadım. Üçüncü kitap, "Alaycı Kuş", uzun bir bekleyişten sonra yayınlandı. Hemen onu da alıp okudum. Bu şahane kitap üçlemesi, şahane bir film üçlemesi de olacak diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Kitaplar büyük yankı yapmaz malum. Film haline gelirlerse, kesinlikle alenen duyulur, takip etmeye bile gerek olmaz diye düşünüyordum. Geçen gün tesadüfen, serinin ilk kitabının filmiyle karşılaştım ve daha önceden duymadığıma da açıkçası çok şaşırdım. Ne kitap, ne de film eleştirmeniyim. Haddim değil farkındayım. Herkesin emeğine de büyük saygım var. Ancak tüm bunlara rağmen, söylemeden geçemeyeceğim, film gerçekten hiç beklediğim gibi değildi. Filmi neden hemen duymadığımı, izlerken anladım. Kitapları soluksuz okuduğum halde, film geçmek bilmedi. Büyük hayal kırıklığı.

Kitapları, sinema filmi haline getirmek biraz tehlikeli bir durum aslında, kabul ediyorum. Çoğu zaman, kitap daha güzeldi, şeklinde yorumlar alıyor, sonradan sinemaya uyarlanan hikayeler. Bu kadarı son derece normal. Kitap düşündürüp, okuduklarınızı kendi hayal gücünüze bırakırken, sinema size kendi hayal gücünü sunar, siz sadece oturup izlersiniz. En nihayetinde, her okuyucu, kendi zihninde farklı bir şey canlandırıyor. Bu anlamda, sinemanın, hikayenin tüm okuyucularına hitap etmesi pek mümkün değil. Üstelik hikaye, mecburen senaryolaştırılıyor ve bazı değişikliklere uğrayabiliyor bu esnada. En basitinden kısalmak zorunda. Kitaptaki uzun ve detaylı anlatımın, belirli saatler içine sığdırılan bir sinema filminde, aynı şekilde gerçekleştirebilmek, her zaman çok mümkün değil. Sadece onlar da değil, şahane bir hikayenin, etkileyici ve sağlam bir film olabilmesi için, tüm bunlara ek olarak, yeterli bütçesinin olması esasını da unutmamak lazım. Bununla da kalmıyor ki. Sonra sevgili arkadaşım T.'nin, bu konu hakkındaki sohbetimizde belirttiği gibi, yönetmen, kurgu ve oyuncuların da tam yerine oturması gerekiyor. Kitabın tek hakimi yazarıyken, iş sinemaya gelince, hakimiyet alanları çoğalıyor. Yönetmeninden senaristine, oyuncusundan yapımcısına, sanat yönetmeninden müziğine, ses-ışık ve efektlerinden dekor ve kostüm tasarımcılarına kadar, çok farklı dengeler giriyor işin içine. Uyumun yakalanması da zor ve zahmetli bir süreç olsa gerek. Velhasıl, bu uyum, Açlık Oyunlarında yakalanamamış, yazık olmuş hikayeye. Kitabı okumadan izleyen biri, bu filmden etkilenebilir belki, ama kitabı okuduktan sonra filmden etkilenmek hayli güç. Çok daha farklı olabilir ve çok daha geniş kitlelere ulaşabilirdi.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Beyaz Akşamlar II

Beyaz Akşamları yazarken, II. bölümü planlamamıştım. Son derece doğaçlama gelişen, ek bir yazı oldu. Bu bölümü sevgili Rus arkadaşım İ.'ye borçluyum. Bloğu okuduktan sonra, bana konu ile ilgili yeni bilgiler ve bir de fotoğraf gönderdi. Haliyle, bana da paylaşmak düşer.

Konumuz dışı olsa da, belirtmeden geçemeyeceğim, teknoloji gerçekten harika bir şey. Artık hiç anlamadığımız dilleri, google translate ya da farklı online çeviri siteleri sayesinde, rahatlıkla kendi öz dilimize, ya da anlayabildiğimiz başka dillere çevirebiliyoruz. Daha da fazlası, kendi dilimizde yazdığımız metinleri, hiç bilmediğimiz, bin bir değişik dile çevirip, konu ile ilgili cevap verme imkanımız bile var. İ. de yazdıklarımı, bu sitelerden birisi sayesinde okumuş. Daha da güzeli, interaktif bir okuyucu olarak benimle aşağıdaki bilgileri paylaştı. Teşekkürler İ.

Asıl konumuza dönecek olursak, Beyaz Akşamlar'ın ilk bölümünde, yazın havanın ne zaman kararacağını bilmediğimi, bu konuyla ilgili, herhangi birine de danışmadığımı söylemiştim. Artık biliyorum, İ. bana tüm bilgiyi verdi. Yazın, daha doğrusu, Haziran sonlarına doğru, gecenin ömrü, sadece 3 ila 4 saat kadarmış. Birkaç gün için de olsa, bu tarihlerde, Ekaterinburg'da en kısa geceler yaşanıyormuş. Malum, 21 Haziran, Kuzey Yarımkürede, gündüzün en uzun olduğu gün. Bu özel günler, 21 Haziran civarında olmalı. Şu sıralar, gecenin ömrü yaklaşık 5,5 - 6 saat. Daha da kısalacağı o özel zamanları, dört gözle bekliyorum.

İ. başka bir bilgi daha verdi. Ekaterinbug'un yaklaşık 400 km kuzey batısında bulunan, Perm isimli şehirde de beyaz geceler yaşanıyormuş. Dipnot olarak belirtmeden geçemeyeceğim, Rusya gibi, çok büyük yüz ölçüme sahip bir ülke için, 400 km gerçekten çok yakın demektir. İ. de, Perm'de beyaz geceler yaşandığını, daha geçen sene, orada yaşayan kuzeni sayesinde öğrenmiş. Beyaz geceleri görmeye gidip, aşağıdaki fotoğrafı da çekmiş. Gece yarısından sonra, parlak güneş ışığı gördüğünü söylüyor. Böyle bir olaya tanıklık etmek, ne kadar büyüleyici olmalı.

En kıymetli dostlarımdan biri olan G., Haziran ayı içinde Saint Petersburg'a taşınıp, orada yaşamaya başlayacak. Daha kendisi gitmeden, beni davet etti. Bir aksilik olmazsa, bu davetine icabet etmek istiyorum. Şu anda fark ediyorum, bu sayede, beyaz gecelere de, tanıklık etmiş olacağım. Gerçi, orada beni asıl ilgilendiren ve gitmeyi istememin gerçek sebebi, beyaz gecelerden çok daha kıymetli, başka bir mucize. Ancak hazır oradayken, bu ekstra bonusun keyfini çıkarmamak da, son derece gereksiz olur diye düşünüyorum.

İlkokul bilgilerimize dönecek olursak, aslında her şeyin açıklaması gayet basit. Gece ve gündüz, dolayısıyla aydınlık ve karanlık, tamamen, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi sayesinde gerçekleşir. Gece gündüzü, gündüz de geceyi takip eder durur. Hatırlayacaksınız, gece ve gündüz sürelerinin, yıl içinde farklılaşması da, dünyanın eksen eğriliğinden kaynaklanan bir sonuç. 21 Haziran tarihi de solstis yani gündönümü. Normal şartlar altında, hiç dikkat etmediğim bu tarih, şu anki coğrafi konumum sayesinde, birden önemli bir güne dönüşüverdi. Dolayısıyla, ben de hevesle bekliyorum..


Perm, Rusya, Haziran sonları, saat: 00:15 - 00:20 arası, güneş batıyor
İ.'nin fotoğrafı

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Beyaz Akşamlar

Kışın İstanbul'da hava saat 17:30, bilemedin 18:00 civarında kararmaya başlar. Baharda ise, saatlerin 1 saat ileri alınmasıyla, hava saat 19:00 ila 19:30 arasında kararır. Ekaterinburg'da durum biraz değişik. Kışın saat 09:00 da hava ancak aydınlanmaya başlıyor ve 19:00 - 19:30 civarı da kararmaya başlıyor. Şu sıralar, yani Mayıs ayında ise 05:00 de gökyüzü aydınlanmış oluyor, 22:30 civarında ise, hava ancak, alaca karanlık moduna girmeye başlıyor. Yaz aylarında ne olacağını gerçekten merak ediyorum, henüz bir bilene de danışmadım. Yaşayıp göreceğiz.

Bilirsiniz, kuzey kutbuna yakın bazı ülkeler, daha doğrusu bazı şehirler, beyaz geceler yaşıyorlar. Rusya'daki Saint Petersburg şehri de, beyaz geceleri ile ünlü bir şehir. Kuzey yarım küre yaz mevsimini yaşarken, kuzey kutbu her daim aydınlık, hep gündüz. Kuzey kutbuna yakın şehirlerde de, Haziran'da başlayan bu olağanüstü doğa olayı gerçekleşiyor tüm yaz boyunca. Kışın zorlu ve sert geçmesine bir ödül gibi, yaz tüm endamı ve aydınlığıyla kuruluyor baş köşeye. Güneş batınca bile, hava tam olarak kararmıyor. Sadece bir iki saat, ufak bir karanlıktan sonra, gece 02:00 civarı, her yer yeniden aydınlanıyor. Öğrendiğim kadarıyla, Saint Petersburg, beyaz gecelerini, festivaller, karnavallar, konserler ve çeşitli etkinliklerle daha da çekici hale getiriyormuş. Beyaz geceler için hazırlanan bir sürü seyahat programı ve sadece beyaz geceleri deneyimlemek için seyahat eden bir sürü insan var.

Konu beyaz geceler olmasa da, beyaz gecelerde geçen türlü eserler de mevcut. İlk aklıma gelen, Dostoyevski'nin Saint Petersburg'da geçen "Beyaz Geceler" isimli kısa öyküsü. Bu öykü, çok daha sonra uyarlaması yapılarak, "Le Notte Bianche" ismiyle filme de alınmış. İtiraf ediyorum filmden haberim yoktu, yaşasın google. Ancak bir film var ki, yıllar geçse unutamam. Al Pacino, Robin Williams ve Hilary Swank'in rol aldığı "Insomnia". Filmi izleyenler hatırlayacaklardır, Al Pacino, Alaska'nın beyaz gecelerinde uyuyamayıp, psikolojisi bozulan bir polisi canlandırıyor. İzlemeyenlere öneririm, güzel bir filmdir. Film, güzel hikayesinin yanı sıra, aklımda bu heyecan verici doğa olayının bir başka yorumu olarak da kaldı hep; Uykusuzluk. Malum, benim gibi bazı insanlar aydınlıkta uyuyamazlar. Ben karanlıkta bile uyumakta zorlanıyorum ama konumuz bu değil tabii.

Ekaterinburg, beyaz geceler yaşamasa da, kesinlikle beyaz akşamlar yaşıyor. Saat 21:00'de hava gayet aydınlık, sanki akşamüstü gibi hissediyor insan. Çocuklar rahatça oynayabiliyorlar o saatte dışarıda, gündüz gibi zira. Normal bir saatte akşam yemeği için bir restauranta girip, yemek bittikten sonra dışarı çıktığınızda, gökyüzü halen aydınlık olabiliyor. Normal bir saatte diyorum, çünkü saate bakmazsanız, 23:00'e kadar akşam yemeği yiyesiniz gelmiyor. Akıl bir tuhaf işliyor, aydınlığı gündüz olarak algılıyor herhalde ve tuhaf ama acıkmıyorsunuz. Zihnimin derinliklerinde, tecrübelerime istinaden, akşam yemeği, karanlık ile kodlanmış olmalı. İnsan alışık olmadığı coğrafi koşullarda ciddi afallayabiliyor. Bu sıralar ben de bolca afallıyorum. Yanlış anlaşılma olmasın, rahatsız değilim, sadece bünyeme biraz değişik geliyor. Senelerce farklı bir aydınlık-karanlık döngüsü yaşadıktan sonra, şu an yaşanan durum hayli olağan dışı ve aslına bakarsanız bir o kadar da enerji verici. Hep aydınlık, az karanlık. Kısaca Ekaterinburg'da şu sıralar aydınlık galip ve ben de bu aydınlığın keyfini çıkarıyorum.


Ekaterinburg, Saat 21:00


Ekaterinburg, Saat 22:35

10 Mayıs 2012 Perşembe

Küçük Şekerler Ülkesine Seyahat & Yine Yeni Yeniden Yoğurt

Geçen hafta Küçük Şekerler Ülkesinde yani İstanbul'daydım. Ekaterinburg'a verilen güzel bir mola oldu. Hem benim, hem de Ekaterinburg için. Birbirimizi özlemeliyiz ara sıra. Cuma akşamı yağan yağmuru saymazsak, şansıma hava çok güzeldi, trafik saatlerinde de işim yoktu, yani İstanbul bol bol ve işveli işveli göz kırptı bana.

İstanbul'daki ilk gün, denize karşı balkonda, mis gibi anne kahvaltısı esnasında, demleme çayımı yudumlarken, birden kesme şekerlerin ne kadar küçük olduğunu fark ettim. Anneme bu kadar küçük şekerleri nereden buldun diye sordum. Haliyle ne demek istediğimi anlayamayarak, şekerlerin hep bu boyutta olduğunu söyledi. Ekaterinburg'a ilk geldiğimde, kesme şekerlerin normalden büyük olduğu konusunda bolca konuşmuştum ancak, arada bu kadar fark olduğunu tahmin edememiştim. Bu şekerler gerçekten mini minnacık geldi gözüme. Babam da, bazı insanlar, bu şekerleri ikiye kırıp, o şekilde kullanıyor demesin mi? Yok artık, şekerler zaten minicik, neresini kırıyorlar? Belki de Ekaterinburg'dakiler gerçekten çok büyük. İnsan kolayca nasıl alışıyor her şeye. Kırk yıllık kendi kesme şekerlerim, gözüme minicik görünüyorlar şimdi. Küçük şekerlerimi çayıma atıp, devam ettim mis kahvaltıma. Neyse, aslında konumuz bu değil..

Daha önce yazmıştım hatırlarsınız, Ekaterinburg'da yoğurt yok diye. Yoğurtsuzluk canıma tak etmiş olacak, daha ilk gün koşarak bir yoğurt yapma makinası aldım. Merak bu ya, eve gelince de hemen denedik. Herşey gayet güzel, test edildi, onaylandı ve makina Ekaterinburg'a doğru benimle yola çıktı. Döndüğüm ilk gün, evin tam takır kuru bakır olması sebebiyle gerçekleşen, mecburi market alışverişi esnasında bir de rafta ne göreyim? Cam şişe içerisinde sade yoğurt! Uçaktan ineli birkaç saat olduğu için, yorgunluktan saçmalıyorum diye düşündüm önce. Olay mahallinden uzaklaşıp, başka raflarda gezinerek diğer ihtiyaçlarımı almaya devam ettim. Ancak birşey beni o rafa doğru çekiyordu, dayanamayıp tekrar gittim. Gerçekten yoğurt. Ekaterinburg'a elimde yoğurt makinasıyla döneli henüz birkaç saat olmuşken, olacak iş mi şimdi bu? Bari bir iki hafta sonra, hadi olmadı birkaç gün sonra görseydim. Bildiğin ayıp bu ya diye düşünerek, yorgunlukla karışık, sinir bozukluğuyla, rafın önünde uzun bir kahkaha attım. Ruslar pek şen şakrak insanlar değil haliyle, hepsi ters ters bana baktı, kesin deli olduğumu düşünmüşlerdir. Ne bakıyorsunuz bakışımla hepsine ters ters cevap verdim ben de, Ruslaşıyor muyum acaba allah muhafaza?

Neyse eve geldim ve konuyu unutmaya çalışarak bir kahve yaptım Erdem ile kendime. Erdem farklı bir süt almış ben yokken, her zamanki kutu değil. Kahvenin içine ekleyince, süt kesildi. Bozuk mu acaba diye düşünürken, Erdem, belki de bu kutunun içindeki süt değildir dedi. Sonra kutunun üzerini okudum, çok haklı süt değil. Kefir de değil, peki nedir bu kutu içindeki beyaz sıvı öyleyse? Merakla tadına baktık sonra. Gerçekten bu bir şaka olmalı. Süt diye kahvenin içine eklediğimiz şey, ayran çıkmasın mı? Delirmek üzereyim. Aylardır yoğurt hasretiyle yaşarken, tam da yoğurt makinasını Ekaterinburg'a getirdiğim gün, tesadüfen hem yoğurt hem de ayran ile karşılaşmak gerçekten çok absürd. Aylarca türlü marketlerde aradım, sormadığım kimse kalmadı. Herkes bu şehirde yoğurt yok, boşuna arama dedi. Genelde hayatta da böyle olmaz mı? Birşeyi çok istersin olmaz, çok ararsın bulunmaz. Tam da vazgeçtiğin anda, birden hepsi karşına çıkar, tek tek. Ne büyük ironi.


  
  Üstte bir kahve fincan tabağının, altta ise bir yemek kaşığının içindeki büyük Rus kesme şekerleri :)


Ayran