En güzel hediye kitaptır derler. Doğru. En azından benim için. Kendi seçimlerimin yanısıra, birçok sevdiğim yazar ve kitaba bu sayede ulaştım. Okuyup, beğendiğim yazarların eserlerini, arkadaşlarıma hediye etmekten de, ayrıca farklı bir keyif alıyorum. Nihayetinde yararlı bir alış-veriş. Kitap okumak, bir yolculuk gibi geliyor bana. Bir yazarın düşüncelerine, araştırmalarına ve hayal dünyasına yapılan muazzam bir yolculuk. Gerçek hayata bir müddet ara verip, farklı dünyalara geçiş özgürlüğü.
Bazı kitaplar vardır, okurken sizi içine alır, bambaşka yerlere sürükler. O başka diyarlarda kaybolmak, gerçek dünyaya dönmek istemezsiniz hiç. Zaman dursa da, hep o hikayenin içinde kalsam diye düşünürsünüz. Orhan Pamuk, Paulo Coelho, Ayn Rand ve Buket Uzuner gibi yazarların kitapları, genel olarak böyle bir etki yaratır bende. Hikaye hiç bitmesin, sona yaklaşılmasın, kendi kendine bıraktığım yerden uzasın isterim. Sona yaklaştıkça bir hüzün çöker.
Bazı kitaplar da vardır, okurken, her bir karakter, her bir mekan ve tüm olayları canlandırırsınız zihninizde. Özel bir çaba harcamadan, hepsi geliverir öylesine gözünüzün önünde. Ne esaslı bir film olur bu hikaye diye düşünerek okursunuz her satırını. Benim için, buna en önemli örnek, Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" isimli romanıdır. Bu kitabın, bir filme dönüşmesini, senelerdir kibar kibar bekliyorum. Bir gün olacak çok eminim. İkinci en önemli örneğim ise, Orhan Pamuk'un "Sessiz Ev" isimli romanı. Filme dönüşmesini dileyerek okuduğum diğer örneklerim ise, Dan Brown'un romanları gibi macera-polisiye-gerilim dolu bazı hikayeler ile Clive Staples Lewis'in "Narnia Günlükleri" gibi fantastik kitaplardan geliyor. Neyse ki, bir çoğunun sinema filmleri yapıldı.
Her bir sayfayı, şahane bir film olur diye okuduğum, Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları" serisi ile, sevgili arkadaşım D.'nin, doğum günümde hediye ettiği, bir dizi kitap seti sayesinde tanıştım. O zaman, üçlemenin sadece ilk ikisi yayınlanmış olduğu için, "Açlık Oyunları" ve "Ateşi Yakalamak" isimli kitapları arka arkaya, soluksuz okudum. Deyim yerindeyse, elimden bırakamadım. Üçüncü kitap, "Alaycı Kuş", uzun bir bekleyişten sonra yayınlandı. Hemen onu da alıp okudum. Bu şahane kitap üçlemesi, şahane bir film üçlemesi de olacak diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Kitaplar büyük yankı yapmaz malum. Film haline gelirlerse, kesinlikle alenen duyulur, takip etmeye bile gerek olmaz diye düşünüyordum. Geçen gün tesadüfen, serinin ilk kitabının filmiyle karşılaştım ve daha önceden duymadığıma da açıkçası çok şaşırdım. Ne kitap, ne de film eleştirmeniyim. Haddim değil farkındayım. Herkesin emeğine de büyük saygım var. Ancak tüm bunlara rağmen, söylemeden geçemeyeceğim, film gerçekten hiç beklediğim gibi değildi. Filmi neden hemen duymadığımı, izlerken anladım. Kitapları soluksuz okuduğum halde, film geçmek bilmedi. Büyük hayal kırıklığı.
Kitapları, sinema filmi haline getirmek biraz tehlikeli bir durum aslında, kabul ediyorum. Çoğu zaman, kitap daha güzeldi, şeklinde yorumlar alıyor, sonradan sinemaya uyarlanan hikayeler. Bu kadarı son derece normal. Kitap düşündürüp, okuduklarınızı kendi hayal gücünüze bırakırken, sinema size kendi hayal gücünü sunar, siz sadece oturup izlersiniz. En nihayetinde, her okuyucu, kendi zihninde farklı bir şey canlandırıyor. Bu anlamda, sinemanın, hikayenin tüm okuyucularına hitap etmesi pek mümkün değil. Üstelik hikaye, mecburen senaryolaştırılıyor ve bazı değişikliklere uğrayabiliyor bu esnada. En basitinden kısalmak zorunda. Kitaptaki uzun ve detaylı anlatımın, belirli saatler içine sığdırılan bir sinema filminde, aynı şekilde gerçekleştirebilmek, her zaman çok mümkün değil. Sadece onlar da değil, şahane bir hikayenin, etkileyici ve sağlam bir film olabilmesi için, tüm bunlara ek olarak, yeterli bütçesinin olması esasını da unutmamak lazım. Bununla da kalmıyor ki. Sonra sevgili arkadaşım T.'nin, bu konu hakkındaki sohbetimizde belirttiği gibi, yönetmen, kurgu ve oyuncuların da tam yerine oturması gerekiyor. Kitabın tek hakimi yazarıyken, iş sinemaya gelince, hakimiyet alanları çoğalıyor. Yönetmeninden senaristine, oyuncusundan yapımcısına, sanat yönetmeninden müziğine, ses-ışık ve efektlerinden dekor ve kostüm tasarımcılarına kadar, çok farklı dengeler giriyor işin içine. Uyumun yakalanması da zor ve zahmetli bir süreç olsa gerek. Velhasıl, bu uyum, Açlık Oyunlarında yakalanamamış, yazık olmuş hikayeye. Kitabı okumadan izleyen biri, bu filmden etkilenebilir belki, ama kitabı okuduktan sonra filmden etkilenmek hayli güç. Çok daha farklı olabilir ve çok daha geniş kitlelere ulaşabilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder