18 Temmuz 2013 Perşembe

Toplumsal Ahlak Anlayışı ve İki Yüzlülük

Canım ülkemde, insana şiddet, kadına şiddet, çocuğa şiddet almış başını gidiyor. Gün geçmiyor ki, bir insan şiddet görmemiş, öldürülmemiş, bir çocuğa veya kadına tecavüz edilmemiş olsun. Bu neyin öfkesidir? Nereye koşuyoruz? Bir de üstüne, sorumluların olması gibi cezalandırılmadığını, üstüne üstlük salıverildiklerini görünce, adalet, hak ve hukuka olan inanç yerle bir olmuyor mu?

Tecavüz edilenler, saçma sapan sebeplerle tecavüzünü hak etmiş (!?), şiddet görenler de, olayın geçtiği yerlerde bulunmakla veya şiddete başvuranı tahrik etmek suçlamasıyla baştan haksız sayılıyorlar (!?). Her şey kocaman bir şaka gibi değil mi? Yüzyıllardır sahip olduğumuz için övündüğümüz, toplumsal ahlak anlayışımızın neresine sığdırabiliyoruz tüm bunları? Konuşmasak, dillendirmesek bile, bu ayıplar içimizde yaralar açmıyor mu? 14 yaşındaki bir çocuk, sırf evden kaçtı ve sigara içiyordu diye tecavüzünü hak etmiş olabilir mi? Bu nasıl bir vicdan?

Adalet herkes içindir. Hak, hukuk isteğe bağlı olamaz. Bugün bizim başımıza bir şey gelse, haklılığımızı savunamaz ve üstüne bir de suçlanıyor olsak ne düşünür, ne hissederiz?

Toplumsal ahlak anlayışımızdaki iki yüzlülük de ayrı bir durum. Metroda el ele tutuşan bir çifte, "Ahlaka aykırı davranmayın" anonsu yapılabiliyor. Bu anonsu ve tutumu protesto etmek için, metroda öpüşme eylemi yapan insanlara da, öpüşmek ahlaka aykırıdır diye saldıran insanlar olabiliyor. Hatta içlerinden bir eylemciyi bıçakla yaralamaya kadar gidiyor bu kuvvetli ve sarsılmaz ahlak anlayışının tezahürü. Ben aynı ahlak anlayışını, bir türlü tecavüz ve şiddet vakalarında göremiyorum maalesef. Toplumsal ahlak anlayışımızı acilen, el ele tutuşmak ve öpüşmek gibi insanlara çok yakışan, sevgi dolu gösterilerden ziyade, tecavüz edilen çocuk, kadın ve şiddet gören insanların seslerinin duyulmasında yardımcı olmaya ve onların haklılığını protesto etmeye davet ediyorum. Öpüşmek ahlaksızlıksa, bir insanın canını almak, şiddet ve tecavüz nasıl sınıflandırılıyor merak ediyorum. Bir bilen varsa açıklasın, ben bu toplumsal ahlak anlayışını artık kavrayamıyorum.





16 Temmuz 2013 Salı

HAYAT 1

Bu sefer yazı benim değil. Bir arkadaşımın, üstelik bloğuma birbirinden güzel fotoğraflarıyla çok emeği geçen Gözde Akkoçlu'nun bir yazısını paylaşıyorum. Bu yazısı, halihazırda blogda kullandığım Gözde'ye ait fotoğrafın da hikayesi...

http://the-absent.blogspot.com/2013/07/h-y-t-1-melekler-evi.html



6 Mayıs 2013 Pazartesi

Blog Fotoğrafı Sorun Sorunsalı

Bloğu ilk açtığımda, kapak fotoğrafı olarak, kendi çektiğim bir fotoğrafı seçtim. Her ne kadar fotoğrafı pek beğensem de, bloğa hiç uymadı, tam oturmadı. Bir müddet o fotoğrafla devam ettim yola. Sonra, Rus etkisi altında kalmış olmalıyım ki, matruşkalardan oluşan bir fotoğraf ile değiştirdim, Montmartre da, bir binanın üzerine çizilmiş kedi fotoğrafımı. Her ne kadar, yazılarım genelde Rusya'da yaşam ile ilgili olsa da, matruşkalar da pek içime sinmedi. Bir türlü olmadı anlayacağınız. Sürekli arayış halindeydim, bir türlü bulamadım aradığımı.

Sonra bir anda aklıma geldi. Her yer düşünce balonumdan çıkan fikirle ışıldadı bir an. Fotoğraflarını ne zamandır pek beğendiğim Gözde Akkoçlu'dan rica ettim bu duruma el atmasını. Var olan fotoğraflara baktık beraberce, bloğun içeriğinden konuştuk, bloğun adında kitlendik kaldık en son. "Thelabelfree" yani "etiketsiz". Yaklaşık bir hafta sonra, şu anda halihazırda kullandığım kapak fotoğrafının da içinde bulunduğu, üç "etiketsiz" fotoğrafla çıkageldi Gözde. Denemeler sonunda, "etiketsiz şarap şişeleri" ni seçtim, en sonunda bulduk birbirimizi. Umarım sizler de beğenirsiniz.

Gözde sadece fotoğraf ile uğraşmıyor, onun da keyifli yazılar yazdığı bir bloğu var. Kendi muhteşem fotoğraflarıyla süslediği harika yazılarını okumanızı öneririm. Teşekkürler Gözde'cim.

http://the-absent.blogspot.com/

 İlk kapak fotoğrafı

 İkinci kapak fotoğrafı

Vee Gözde'nin eseri üçüncü kapak fotoğrafı

26 Şubat 2013 Salı

Erkekler Günü

Geçen hafta Rusya'da "Erkekler Günü" kutlandı. Bildiğiniz resmi tatil. Durum çok ciddiye alınıyor, şirketler bile kendi içlerinde kutluyorlar. İş yerlerinde çalışan kadınlar, beraber çalıştıkları diğer erkek çalışanlara şiirler yazıyor, bir araya gelip bu şiirleri onlara okuyor, hediyeler alıyor ve bayramlarını kutluyorlar. Her sene 23 Şubat'ta kutlanıyor. Zaman içinde evrilip "Erkekler Günü" olmuş, ancak asıl hikaye biraz daha farklı.

1917 devriminden sonra, 28 Ocak 1918'de Kızıl Ordu, 11 Şubat 1918'de de Kızıl Donanmayı kuran Lenin, bu tarihlerden yaklaşık bir sene sonrasında Almanlara karşı elde edilen Narva ve Pskov zaferleri de aynı tarihlere denk gelince, her sene 23 Şubat'ın "Kızıl Ordu ve Donanmanın Kuruluş Yıldönümü" olarak kutlanmasına salık vermiş. O zaman itibariyle, tüm Sovyetler Birliği dönemi boyunca, 23 Şubat, Kızıl Ordu tarafından coşkulu ve gösterişli bir kutlamaya sahne olmuş. Halk da kendi arasında bu günü hep " Erkekler Günü" olarak kutlayarak, kendileri için savaşan erkeklerini yüceltmişler.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, 1993 yılında 23 Şubat'ın adı "Vatan Savunucuları Günü"ne değişmiş ama resmi tatil baki kalmış.

Devlet töreni, Kremlin Sarayı'nda gerçekleşiyor. Hatta Putin'in bu sene, törende, ordunun önünde yaptığı konuşma, çok dikkatleri çekti. Dünyadaki ihtilafların arttığını, eskilerine daha da zor olan yenilerinin eklendiğini ve askeri potansiyellerini geliştirmeleri gerektiğini söyledi. Bu yeniden yapılandırma projesi için, 650 milyar dolarlık bir yatırım planlandığı söyleniyor. Öte yandan, 23 Şubat, aynı zamanda, meydanlarda yürüyüş ve miting ile de kutlanıyor. Bu sene, yabancı basında da ilgi çeken Moskova'daki yürüyüş ve miting, Rusya Komünist Partisi tarafından düzenlenmiş. Miting'de eski Sovyetler Birliği bayrakları, Stalin'in çeşitli posterleri ve mitinge katılanların "Yaşasın Kızıl Ordu", "Putin Çetesine Hayır" sloganları tüm haberlerde ortak bahsedilen konular arasında.

Meydanları, devlet törenini ve eskiyi bırakıp, gündelik yaşama dönecek olursak, o gün, Rusya'da yaşayan tüm erkeklere özel davranılıyor. Burada yaşayan yabancılar bile nasibini alıyorlar bu günden. Herkes, sen bizim için savaşmadın veya Rus bile değilsin demeden, tüm erkeklerin bayramını kutluyor. Kendilerine güzel sözler söyleniyor, çiçekler ve hediyeler alınıyor, bir ihtimam, bir ihtimam. İnsan, ister istemez kendi ülkesini ve kendi gerçeklerini düşünüyor böyle bir zamanda. Ne kadar fazla ayrımcılık yapıyor, biz ve bizden olmayan kavramlarını yaratıp, birbirimizi hep ayırmak istiyoruz. Keşke, biz de daha birleştirici, daha hoşgörülü ve daha birleşmeye gönüllü olsak. Hepimiz, bu güzel ülkenin evlatlarıyız en nihayetinde. Neyin savaşını kime karşı veriyoruz ve sonucundan nasıl bir iyilik çıkmasını bekliyoruz ki?




19 Şubat 2013 Salı

Bolşoy Bolşoy Bolşoy

En sonunda oldu. Rusya'dayken yapılacaklar listemdeki, en önemli maddelerden biri daha tamamlandı. Bolşoy Balesinin performansını izleyebildim. Hem de üç prömiyer arka arkaya; Apollon Musagete, Classical Symphony ve Dream of Dream.

"Bolşoy", Rusça "Büyük", "Maly" de "Küçük" anlamlarına geliyor. Eskiden, opera ve balenin, drama tiyatrosuna göre daha asil bir sanat dalı sayılması sebebiyle, opera ve balenin başına "Bolşoy", tiyatronun başına da "Maly" eklenmiş. Böylece "Bolşoy Opera ve Balesi" adını alan kurum, dünyanın en eski ve en çok tanınan opera ve bale kurumlarından biri. 1776'da kurulmuş ancak o zamanlarda, performanslar bir evde yapılıyormuş. Zaman içinde, farklı opera ve bale gösterilerinin oluşmaya başlamasıyla, Petrovka Tiyatrosuna taşınarak, bizim bildiğimiz halini, 1780 yılının sonlarına doğru almış. Günümüzde halen, performanslarının sergilendiği "Bolshoi Theatre" a 1824 yılında taşınmış ve oradaki ilk gösterisini de 1825 yılında gerçekleştirmişler.

Bolşoy Balesi, tarihi boyunca, Saint Petersburg'un yine dünyaca ünlü Mariinsky Balesi ile rekabet halinde olmuş. Rusya'da bazen, Mariinsky Balesi'nin Bolşoy Balesi'nden çok daha iyi olduğunu duymanız olasılıklar dahilinde. Tarih boyunca süregelen bu rekabetin, bana kalırsa, halen son hızla devam etiğinin de en önemli işareti. İki bale de, birbirinden farklı disiplinleri benimsemişler. Bolşoy, daha renkli ve cesur bir yaklaşım benimserken, Mariinsky ise, daha saf ve rafine klasik diye adlandırılan bir tarzı benimsemiş.

Bolşoy aynı zamanda entrika ve skandalları ile de gayet ünlü. Artık nasıl bir canilikse, eskiden dansçılar, birbirlerinin bale ayakkabılarının içine kırık cam doldururlarmış. Skandalların bir kaçına bakacak olursak, 2003'te baş balerinlerinden birinin, geleneksel balerinlere göre daha şişman olduğu için kovulması, aynı balerinin, bu sebeple kurumu mahkemeye vermek istemesi sonucunda, kendisinin ve dans partnerlerinin öldürüleceği yönünde tehdit edildiğini açıklaması, 2011'de Bale'nin direktörünün erotik pozlarının internete düşmesiyle istifası, geçen ay sanat yönetmeninin yüzüne sülfürük asit atılması, çeşitli yolsuzluk iddiaları, balerinlerin yönetimi cinsel taciz ve psikolojik baskı ile suçlamalarını sayabiliriz. Bugünlerde devam eden mevzu ise, baş dansçı ve kurum arasında süregelen, birbirlerini, entrika çevirmek ve karalama kampanyasına girişmekle, itham ettikleri konuşmalardan ibaret açıklamalar ve röportajlar. Kısaca, suların durulmadığı bir müessese desek yalan olmaz.

Skandalları bir kenara bırakırsak, geçtiğimiz Cumartesi şahane üç gösteri izledim. Olağanüstü Bolşoy ve olağanüstü performansları. Benim Rusya'dayken yapılacaklar listemde yer alıyordu ancak bence herkes kendi ölmeden önce yapılacaklar listesine, Bolşoy Bale performansı izlemek maddesini eklemeli. Bu dünyadaki var olan güzellikleri görmeden gitmemek lazım.

Duyduğum kadarıyla, Rus Devlet Balesi 22-24 Şubat tarihlerinde İstanbul'da olacakmış. Bolşoy veya Mariinsky olmayabilir ancak Rus Devlet Balesi de, 1991'de "Avrupa'nın En İyi Bale Topluluğu" olarak seçilmiş. Halen bilet varsa, bence alın ve gidin. Kendinize Rus ekolü dolu güzel bir performans armağan edin.

  Classical Symphony

 Classical Symphony

Apollon Musagete

 Dream of Dream

 Dream of Dream

Dream of Dream

13 Şubat 2013 Çarşamba

Global Hakikaten Warming

Ekaterinburg'a bir haller oldu. Hava iki, üç gündür, bir güzel, bir güzel anlatamam. Güzel dediysem hemen heyecana kapılmayalım tabii. Ne kadar güzel olabilir? Ekaterinburg, her ne kadar Sibirya bölgesinde olmasa da, en nihayetinde Sibirya başlangıcı olarak niteleniyor. Bildiğiniz Ural bölgesindeyiz, meşhur Ural dağları. Güzelden kasıt, sıcaklığın, mevsim normallerinin gayet üzerinde olması. Gündüz 0 ila -5 dereceleri arasında, geceleri de -6 ila -10 dereceleri arasında seyrediyor. Ben bu yazıyı yazarken, saat gece 02:00 civarı idi, sıcaklık tam olarak -6 ve hissedilen sıcaklık ise -14 seviyelerindeydi. Uzun lafın kısası, durum oldukça tuhaf.

Geçen sene, tam bu sıralarda gelmiştim Ekaterinburg'a. O sebeple, çok net hatırlıyorum. Yine güneş vardı ama bu kadar sıcak değildi hava. Eldivensiz ve şapkasız dışarı çıkmak intihar ile eş değerdi. Buradaki ikinci akşamımda bir davete katılmıştık. Çantamda bir şey arayıp, bunu eldivenim ile başaramadığım için, eldivenimi çıkarma girişiminde bulunmuştum. Yaklaşık 15 saniye sonra oluşan keskin acı ile beraber, bir daha dışarıda eldivenimi çıkarmamayı öğrenmiş oldum. Buna karşın, iki gündür eldivensiz geziyorum. Ne olur ne olmaz diye, yine de çantamın içindeler ama kullanmaya gerek olmadı.

Açıkçası, bu güzel havalardan gayet memnunum, hiç şikayetim yok. Bana nispeten daha uzun yürüyüş imkanı sağlıyor. Ekimden beri, hava hiç bu kadar güzel olmamıştı. Yer yer karlar eridi, Ekim sonu Kasım başından beri karla kaplı asfalt ve kaldırımlar, bazı yerlerde tekrar görünür oldu. Hal böyle olunca, içinde bulunduğumuz bu durum, ister istemez küresel ısınmayı düşündürüyor. Mayıs ortalarına kadar kar yağan bir şehirde, Şubat ayı başlarında yer yer karlar eriyor. Hiç hayra alamet değil. Bu söylediklerimden, daha ilk kar yağışında ne kadar pişman olacağımı biliyorum ancak, konu benim memnuniyetimden çok daha önemli.



Dünyayı yaşanmaz hale getirmek için, yıllardır elimizden geleni ardımıza koymadık. Halen de, hep beraber aynen devam ediyoruz, gerçekten ciddi önlemler almış değiliz. Konu çok önemli, sonuçları da oldukça ciddi. Bu sebeple, devletler nezdinde ele alınarak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadele sağlamaya yönelik, uluslararası tek sözleşme olan, Kyoto Protokolü hazırlanmış. Aralık 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde görüşülmeye başlanmış, 1998'de imzaya açılmış fakat 2005 yılında Rusya'nın katılımıyla anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için yeterli olan toplam salınım yüzde sayısına ancak ulaşılmış. ABD ve Avustralya gibi halen imzalamamış veya Türkiye gibi imzalasa da, henüz anlaşma gerekliliklerini yerine getirmeyen ülkeler var. Durum vahim, dünyamızda, tüm karbon salınımımızı yok edecek kadar kaynak yok. Alternatif ve temiz enerjiler kullanmamız gerekiyor. Rüzgar enerjisinden tutun, güneş enerjisine, doğada yine hepsi mevcut aslında, sadece var olan sistemleri değiştirmek lazım.

Peki biz bireysel olarak neler yapmalıyız? Çok basit, sadece ufak tefek değişikliklerle, kişisel karbon ayak izimizi düşürebiliriz. İşte size kolay, gayet yapılabilir bir kaç bireysel önlem;

- Tasarruf ampulleri kullanın ve kullanmadığınız ışıkları kapatın.
- Daha az araba kullanın. Daha sık yürüyün ya da toplu taşım araçlarını kullanın.
- Plastik ve PVC ambalajlar kullanmayın ve geri dönüşümü olmayan ambalajlı ürünleri satın almayın.
- Bilgisayar, televizyon, DVD gibi elektronik araçları bekleme konumunda tutmayın. Tamamen kapatın.
- Evde kullanılan temizlik malzemeleri, atık sularla beraber nehir veya denizlere karışıp kirliliğe sebep oluyor. İçinde fosfat olmayan ve suda ayrışabilen temizlik malzemelerini tercih edin.
- Diş fırçalarken, çamaşır yıkarken ve traş olurken suyu açık bırakmayın.
- Daha az sıcak su kullanın. Çamaşırlarınızı soğuk yada ılık derecelerde yıkayın.
- Çamaşır suyu, atık maddelerin ayrılıp, çözülmesini sağlayan yararlı bakterileri öldürür. Mümkün olduğunca az kullanın.
-Her yıl en azından bir ağaç dikin. Bir ağaç, tek başına ömrü boyunca bir ton karbondioksit emiyor.

Bunlar gibi daha yapılabilecek bir sürü madde var. Bilinçli olalım, Ekaterinburg'da karlar Şubat ayında erimesin, bol eksili derecelerde "huysuz şirin" moduma devam etmeye razıyım.

Not: Karbon ayak izi miktarınızı merak ediyor ve yukarıdakilerden fazlasını yaparım diyorsanız; http://www.karbonayakizi.com/



6 Şubat 2013 Çarşamba

Soğuk ve Karanlığa Karşı Değerli Taşlar

İki gündür kar yağıyor durmadan. Aylardır yerden inatla kalkmayan karın, bir de yağmasının eksikliğini hissediyorduk zaten, çok iyi oldu. Dün yürürken, kendi kendime "Allah'ım bizde yeterince kar var, geri kalanı da artık ihtiyaç sahiplerine göndersen, ne olur" diye dua ettim, kahkahalar atarak. Yolda o sırada beni görenler akıl sağlığımdan şüphe duymuşlardır ama ne gam, kimin umurunda?

Aslında hava bayağı ısındı. Şu an -2, hissedilen de -5. Bizim için bir nevi bahar. Kısa kollu t-shirt ile balkonda durabiliyorum rahat rahat. - 30 larda iken balkonda durmayı bırakın, balkonun kapısının önünde durmak bile büyük bir meydan okuma sayılabilir. Uzun lafın kısası, kışın burası için, şahane bir sıcaklık sürüyor şu sıra. Havanın bir nebze olsun güzelleşmesinin etkisi de kar yağışı. Çok eksili derecelerde soğuk olunca, kar bile yağamıyor. Ne zaman biraz güzelleşip, makul bir eskili dereceye ulaşınca, başlıyor yağmaya. Durdur durdura bilirsen. Bu sefer de kar yağışı kesilmiyor.

Hava düzeldi ya, site bahçesi çocuklarla doldu bir anda yine. Halen astronot gibi giyinip çıkıyorlar dışarı ama en azından dışarıdalar. -20 ve -30 larda dışarda hiç çocuk göremiyorum. Hepsi o sırada ev hapsinde oluyorlar muhtemelen. Ekaterinburg'da kışın çocuk olmak da zor, anlayacağınız. Bir müddettir onları izliyorum, sitenin bahçesinde, kenarda toplanan karların üzerinde keyifle oyun oynuyorlar. Çocuk her yerde çocuk.

Tuhaftır, kışın, bu kadar soğuk, bu kadar karanlık ve bu kadar kar olmasına rağmen insanların enerjisi hep yüksek. Malum Ekaterinburg'da, toprağın altından, her yerden çeşitli maden, mineral, değerli ve yarı değerli taşlar fışkırıyor. Zümrütler, altuni topazlar, mavi ve bordo avanturinler, mavi ve gri agatlar, yeşit mahalitler ve daha bir çok farklı değerli taşlar. Herhalde, bu kadar olumsuzlukla baş etmek üzere, bir şekilde enerji yüklüyor bu taşlar hepimize. Allah bir yerden alıyor, bir yerden veriyor neyse ki. Yoksa hiç olacak gibi değil..


 Yeşil Mahalit

Gri Agat

Mavi Avanturin 

28 Ocak 2013 Pazartesi

Aslında Etrafta Ne Çok Deli Var

Bugün çok eski ama eskimeyen bir arkadaşım olan Gamze'nin telefonda söyledikleri itti beni bu yazıyı yazmaya. Dedi ki; "Aslında ne çok deli var etrafta, biz evde olduğumuz için pek karşılaşmıyoruz çoğuyla. Sonra bir şey olup da, herhangi bir aklı kıt ile karşı karşıya kalınca da ağır geliyor bize hareketleri." Ne doğru söylemiş di mi? Gördüğünüz gibi Gamze'nin zeka ve gözlemlerine her daim değer vermem boşuna değil.

Korkarım, etraftaki deli sayısı, akıllı sayısını katlayalı yıllar oldu. Bir kısmını ilgili kuruluşlara göndersek, tedavi amacıyla içeri alıp, dışarı salmazlar diyecek kadar da kararlıyım bu söylemimde. Çalışırken ve seçimim dışında daha çok insanla iç içe olmaya mecburken, kendi akıl sağlığımı korumak ve tüm bunların arasında hayatta kalmak adına, bir kısım delilikleri normal sayar ve hatta görmezden gelirdim. Ama, artık tamamen seçtiklerim ile ilerlediğim için, hiç bir şeye ve hiç kimseye katlanasım yok. Kendi seçmediğim ve bir şekilde hayatıma giren, zıvanadan çıkmışları, saygı sınırları içinde acilen paralayıp, geldikleri yere gönderme ihtiyacı hissediyorum. Ne büyük özgürlük..

Özgürlük dedim ama, aslına bakarsanız, bu delilerle seçimlerimiz dışında, her yerde karşılaşmak son derece olası. Yolda yürürken, takside, arkadaşınızın arkadaşı olarak, alışveriş merkezinde, markette, kasada, restaurantta, cafede, spor salonunda, yani her yerdeler. Üstelik, sizin özel olarak bir şey yapmanız da gerekmiyor. Genelde, onlar, size sataşacak uygun bir kılıf veya bir bahane bulmak konusunda oldukça tecrübeli ve istekli oluyorlar. Bazen öyle anlar oluyor ki, hiç tanımadığımız insanların bile bize olan tuhaf davranışları karşısında şaşırıp kalmıyor muyuz?

Bu kadar deliyle uğraşmak mecburiyetinde olmamız ne kadar gereksiz. Hadsiz, empati bilgisizi, saygı yoksunu ve patavatsız bunca insanın arasında yaşam mücadelesi vermek sanki gayet normalmiş gibi geliyor bize. Üstüne üstlük, çoğu zaman, onların kimseye göstermedikleri saygıyı, kendilerine göstermek suretiyle yaşayıp gidiyoruz. Benim asıl merak ettiğim, bu insanların, bunca tuhaf davranışı kendilerine nasıl hak gördükleri. Bir insan, diğer bir insana saygısızca ve hadsiz bir duruşla davranmayı nasıl normal sayabiliyor?

Tüm bu delilere, anladıkları dilden aşağıdaki fotoğraftaki gibi cevap veresim var. Ne dersiniz tam yerini bulmaz mı? Hepimize akıl sağlığı dileklerimle...



23 Ocak 2013 Çarşamba

Soğuk, Yürüyüş ve Kuzu İncik Üçlemesi

Pazartesi günü hava -2 dereceydi, yani burası için bahar gibi. O gün, dışarı çıkmak için hazırlandım ve tam kapının önündeyken, şeytan dürttü. O saate kadar dışarı hiç bakmamıştım. Bir sonraki saniye, kendimi pencereden dışarı bakmak için, balkona doğru yürürken buldum. Bir de ne göreyim, kar yağışı kendinden geçmiş, göz gözü görmüyor. Dışarıda yürümek ne demek? O saniye yürüyüş sevdama bir son vererek, kendime bir çay yapmak için mutfağa gittim. Çok yüksek eksilerde kar yağamıyor, o derece bir soğuk ama mantıklı eksilere düşünce, kar yağışı da kaçınılmaz bir son oluyor. Anlayacağınız, öyle de olmuyor, böyle de olmuyor.

Dün ise hava sıcaklığı -11 lerde seyretmesine rağmen, güneş yüzünü gösterince ve herhangi bir kar yağışı da olmayınca, duruma fena kandım. Hemen hazırlanıp dışarı çıktım. Güneş iyi tamam da, hiç ısıtmıyor ki. Ben anlamadım buradaki güneşin işlevini. Bir rüzgar esiyor tarifi imkansız. O estikçe yüzüme yüzüme, gözlerimden yaşlar geldi soğuktan. Zorlaya zorlaya, güç bela 15 dakika yürüyebildim. Ne zorum varsa artık, sanırsınız yürümezsem insanlık son bulacak. İlk bulduğum cafeye zor attım kendimi. Isın ısınabilirsen.

Cafedeyken herşey güzeldi ama bunun bir de geri dönüşü var. Dönüşte, mecburi bir ısınma duraklaması daha yapıp, attım kendimi markete. Markette kuzu incik buldum, ta Yeni Zelanda'lardan gelmiş, haliyle kaçırmadım. Yaptım çok güzel oldu, tarifi sizinle de paylaşasım var, öyle iyi bir insanım işte. Bu zorlu yürüyüş size yaradı yani. Yemek bloğu haline dönmeyecek mevzu, korkmayın. Sadece bu seferlik.

- Kuzu inciklerin üzerinde, hafif, önlü arkalı biraz zeytinyağ gezdirin ve her iki tarafına da tuz ve karabiber serpiştirip, bir borcama alın. Borcam yoksa, fırın kabı da olur, hemen dertlenmeyin.
- Fırını 200 derece ve ızgaraya ayarına alıp (üzerilerinin biraz esmerleşmesi için) borcamı öylece fırınlayın. (Izgara olduğu için, 10 dakika bir taraf, 10 dakika da diğer tarafın esmerleşmesi lazım, çevirmeyi unutmayın) Çevirmeyi unutursanız, kömür olur söyleyeyim.
- Borcamı fırından çıkarıp, kuzu inciklerin üzerine 6-7 sarmısak (kabuklarıyla ama aromasının çıkması için bıçağın geniş tarafıyla üzerilerine bir kere vurun) ve birkaç dal biberiye ekleyin. Biberiye yoksa kekik de hoş olur, bildiğiniz tüm aktarları ve marketleri arşınlamaya lüzum yok. Bir sakin olun.
- Borcamın üzerini 3 sefer alüminyum folyo ile kaplayın. Hatta ilkini direk borcamın altından üzerine doğru kapatın (hediye paketi gibi). Bütün güzel kokular, aromalar içeride hapsolsun, çıkamasınlar dışarı.
- Fırını, bu sefer 170 dereceye ayarlayın ve ızgaradan normal fırın ayarına çevirin. 2 saat bu haliyle bırakın, yavaş yavaş, güzel güzel pişsinler. Şayet fırının derecesini ve ızgaradan normale çevirmeyi atlarsanız, hemen atın o eti çöpe, yenmez söyleyeyim.
- 2 saat sonra çıkarın fırından. Açın tüm alüminyum folyaları. Biberiyeleri (kekikleri içinden nasıl alacağım diye hayıflanmayın alamazsınız, bırakın kalsınlar sorun yok) içinden alıp, inciklerin üzerine 1 bardak su (mümkünse et veya tavuk suyu olsun, değilse ne yapalım kader) ekleyip, borcamın üzeri açık halde tekrar fırına atın. Fırın derecesi yine 200 dereceye dönecek. Dön bebeğim. (Izgaraya döndürmeyin sakın, fırın ayarında kalmaya devam etsin) 15 dakika da böyle pişsin.
- İncikleri bir tabağa çıkarın ve borcamdaki suyu bir bardağa dökün. Bir müddet sonra, et suyunun içindeki yağ yüzeye çıkacak. Bir kaşık yardımıyla alıp atın o yağları. Kalan sağlar bize lazım.
- Servis ederken tabağa koyduğunuz kuzu inciklerin üzerine 1-2 kaşık o et suyunu dökün, sarmısak ve bir dal biberiye ile de süsleyin. Afiyet, bal, şeker olsun.

Bu arada yürümeye çalışırken, bir taraftan da bu fotoğrafları çekmeyi başardım. Her şey sizin için, yoksa ne uğraşacağım.





19 Ocak 2013 Cumartesi

Ekaterinburg Yıllığı

Zaman nasıl geçiyor belli değil. Şubat ortasında, yani tam olarak bir ay sonra, Rusya macerası bir yılını dolduracak. Haritada Ekaterinburg'un nerede olduğuna baktığım zaman, hafızamda halen dün gibi.

Bazı zamanları aman bir önce geçsin de çabucak gitsin diye, bazı zamanları meraklı bir keyifle, bazı zamanları şaşırarak, bazı zamanları kahkahayla, bazı zamanları da sevdiklerimin hasreti ile doldurdum. Kısaca öyle veya böyle, Rusya'da hayat bir şekilde devam edip gitti.

İzmir'de daha çok küçük bir kız iken, nasıl bir gün İstanbul'da yaşayacağımı biliyorsam, İstanbul'da yaşarken de, günün birinde bir süreliğine de olsa, yurt dışında yaşayacağımı biliyordum. Ne derseniz deyin, belli ki bir hissi kablel vuku durumu. En sonunda, yurt dışı macerasına da başladık ve çok yakında bir senesi tamamlanmış olacak. Dönüşe ne kadar kaldı, bundan sonra nerelere gideceğiz hiç belli değil. Sürprizlere açık, plan ve programa pek tahammülü olmayan bir yaşamın içindeyiz şu sıralar. Gerçi, bu durumdan memnun değilim diyemeyeceğim. Oldukça stabil bir yaşam, beni muhtemelen çok bunaltabilirdi. Bazı insanların kökleri çok sağlamdır. Doğdukları yerden bir müddet olsun ayrılmaya tahammülleri yoktur. Ben köklerimi ne kadar sevsem de, İzmir'den sonra İstanbul'da olduğu gibi, başka yerlerde de kökler salabiliyorum. Özlem hususu biraz sıkıntı yaratıyor ama ne yapalım, gülü seven dikenine de katlanıyor.

Madem bir yılı deviriyoruz, neler oldu, sonra neler yapılabilir şeklinde, bir muhasebe yapmak lazım diye düşündüm;

Madde No 1 - Rusça halen öğrenilemedi. Önümüzdeki yıl bu konu üzerine çokça zaman ve emek harcamak lazım. Özellikle Ekaterinburg'da öyle çat pat Rusça ile hayatı idame ettirmek zor.

Madde No 2 - Alt tarafı dört saatlik bir farktan söz ediyoruz ama halen Türkiye saatine göre yaşıyorum. Türkiye saatine göre uyuyor, Türkiye saatine göre uyanıyorum. Türkiye'ye gittiğimde her şey şahane ancak burada durum pek öyle değil. Bir türlü normale dönemedim. Bunun üzerinde çalışmam şart.

Madde No 3 - Spor, halen düzenli bir yaşam stiline dönüşemedi. Her gün en az bir saat spor için ayrılmalı.

Madde No 4 - Tüm düşme korkularımı yenip, kar üzerinde topuklu ayakkabı ile yürüme denemelerine devam etmem lazım. Kocaman kar botlarından ve dışarıda giyebildiğim tek çizmeden çok sıkıldım! Havalı botlarımı ve topuklu ayakkabılarımı da giymek istiyorum.

Madde No 5 - Takınca saçları bozmayan bir şapka veya bere bulmam şart. Soğuktan korunacağım diye, bereyi çıkardıktan sonra o saçların durumuna daha fazla katlanamayacağım. Bir-iki aydan bahsetmiyoruz, tam tamına bere takmak gereken altı ay ve o saçlar, ah o saçlar..

Madde No 6 - Blog yazılarımın düzeni ara sıra kaçıyor. Kendi kendime söz verdiğim gibi, haftada en az bir yayın uygulamalıyım.

Madde No 7 - Aile ve arkadaşlarımla "Skype" üzerinden daha fazla görüşmeliyim. Seslerini duymak tamam da, göz görünce, gönül daha çok mutlu oluyor.

Madde No 8 - Soğuk yüzünden günlük yürüyüşlerimi uzun süredir yapamıyorum. Eskisi gibi çok yürüyemesem de, kalın kalın giyinip, kısa mesafeli de olsa, günlük yürüyüşlerimi sürdürmeliyim.

Madde No 9 - Geçen sene ufak bir şehir turu almıştık ama pek yeterli değil. Bu sene uzun ve güzel Ekaterinburg turları almalıyım.

Madde 10 - Trans Sibirya Ekspresi turlarını araştırıp, hazır buradayken, en azından Ekaterinburg'dan sonrasını muhakkak tecrübe etmeliyim.

Madde No 11 - Halen, herhangi bir Rus yemeği pişirmesini öğrenmiş değilim. Rusya'dan giderken, en az bir tarif de benimle beraber gidiyor olmalı.

Madde No 12 - Kar üzerinde Husky'lerin çektikleri kızak deneyimini henüz gerçekleştirmedim. Bu sene bir ara muhakkak yapılmalı.


14 Ocak 2013 Pazartesi

Rusya, Müzik ve Ben

Bu aralar yaşam koçu olmak en popüler meslekler arasına girmiş sanırım. Nereye dönsem, bir yaşam koçuna rastlıyorum birkaç zamandır. İşinden bunalan, yaşam koçluğu seminerine gidip, kendini yaşam koçu ilan ediyor. Benim de, bunca yıllık otelcilik kariyerime istinaden, Ekaterinburg'daki tüm cafe ve restaurantların koçu olasım var şu sıra.

Neden mi? Tam bir cafeyi beğeniyorum, buraya gelince rahat rahat kitabımı okurum, ya da buluştuğum arkadaşlarımla güzel güzel sohbet ederim diyorum, ikinci veya üçüncü gidişimde, cafe kendini bozuyor. Aynı şey restaurantlar için de geçerli. Güzel bir restaurant buluyorum, yemekleri düzgün, ortam şık, servis fena değil. Yine ikinci veya üçüncü seferde, restaurant acil bir saçmalama ihtiyacı hissediyor. Bir müzik, zannedersiniz gece kulübündeyiz. Restaurant'ta, karşında oturan kişinin ne söylediğini, duy duya bilirsen. Hele cafe'de durum daha da korkunç. Güpegündüz, kulaklara işkence. Ne konuştuğunuz duyuluyor, ne de huzurla kahvenizi içebiliyorsunuz. Geçen gün dayanamadım ve garsondan, müziği değiştirmesini ya da en azından sesi azaltmasını rica ettim. Cevap ise, müzikten de beterdi; "Müdür böyle istiyor, maalesef değiştiremeyiz". Bu müdür nerede yaşıyor Allah aşkına? Delirmiş olmalı!

Servis sektöründe olanlar bilirler, misafir her zaman (aslında çoğu zaman) haklıdır. Gerçekten haksız olduğunu düşünüyorsanız bile, bunu asla yüzüne karşı söylemezsiniz. Hele misafirin, herhangi bir şikayetine karşılık, benim yukarıda aldığım cevap ise tamamen kabul edilemez. Bu tarz işletmelerde, sürekli misafirlerin verdikleri yorumlar, muhakkak göz önüne alınmalıdır. Aksi taktirde, işletme, sürekli misafirlerini yavaş yavaş kaybeder. Buna keza, cafe ve restaurantlarda, back ground müzik tercih edilmesi esastır. Bazı restaurantlar, özel programlar ve hatta canlı müzik de yapabilirler tabii ama bunu bilir, ona göre gidersiniz. Durduk yere ve hatta güpegündüz kulüp havası neyin kafasıdır acaba? Bir ben mi biliyorum bunları? Hey tüm işletmeler, neyiniz var? Müşterilerinizi dinlemeniz gerekiyor diye haykırasım var.

Bugün yine aynı cafe, yine aynı çılgın müzik. Gündüz vakti, insanlar cafeye, yüksek desibelli, dum tıs dum tıs şeklinden ibaret müziği dinlemeye gider mi? Ekaterinburg'da gider sanıyorlar muhtemelen, başka bir açıklaması olamaz. Aman Allahım yoksa bir kültür çatışması içinde miyim? İyi de, nasıl bir kültür bu böyle? Arkadaşımın ne söylediğini ancak ikinci tekrarlarda anladım. Bir kısmını da halen anlayabilmiş değilim. Utancımdan üçüncü kere soramadım.

Uzun lafın kısası, bu aralar Rusya, müzik ve ben anlaşamıyoruz. Ziyadesiyle şikayetçiyim. Tek derdin bu olsun diyeceksiniz, haklısınız. İnsan kendine dert aranıyor işte.


7 Ocak 2013 Pazartesi

Sibel'ime..

Bugün unutulmaz ve çok sevdiğim bir çocukluk-gençlik arkadaşımın ve beraberce yeni yeni genç kadın olmaya ilerlerken de, çok sevgili dostum olan Sibel'imin doğum günü. Kendisini beş sene önce kaybetmiş olmamız, içimde ona karşı hissettiğim sevgi ve ona duyduğum özlemimi hiç değiştirmedi. Hatta günbegün arttı, artmaya da devam ediyor.

Bazı insanlar vardır, etraflarına ışık saçarlar. Ellerinde değildir bu, öylesine oluverir. Kendilerinin de, bu durumun çok farkında olduklarını sanmıyorum. Onların, bu acımasız ve çıkarcı dünyamıza, güzellik ve iyiliği hatırlatan birer iyilik meleği olarak geldiklerini düşündürürler hep. Kimseye zarar veremez, kimse hakkında kötü düşünmez ve kimse için gizli kapaklı planları yoktur onların. Oldukları gibidirler. Transparandırlar. İçlerindeki o müthiş güzelliği, insan sevgisini, huzuru ve etraflarına saçtıkları enerjiyi görmemek için kör olmanız gerekir. Hem delici, hem de umut ve sevgi dolu bakışlarıyla, yüreğinizi hemen sarıp sarmalayıverirler. Kendinizi hep çok rahat ve mutlu hissedersiniz onlarla beraberken. Ne az var onlardan değil mi? Keşke daha çok olsalar.

Sibel'im de, aynen böyle bir iyilik meleği olarak gelmiş dünyaya. Kısacık yaşamı boyunca, sayısız insanın  kalbine dokunup, hepimize çok fazla anı, birçok güzellik ve çokça iyilik bıraktı. Halen aklıma geldikçe, tebessüm ve hatta kahkahalarıma engel olamadığım çok güzel hatıralarımız var.

Bazen benim işim sebebiyle, görüşmelerimizin süreleri uzardı. Şu anda çok pişmanım. Ama ne fayda. Siz siz olun, değer verdiğiniz dostlarınıza, hem sizin, hem de onların hak ettikleri zamanı ayırın. Sonrası büyük pişmanlık maalesef.

Bir gün, rahatsızlığının ilk günlerinde, Beşiktaş'taki evimde kalırken, buzdolabıma bir post-it asmıştı. Kendi yaptığı, kendini resmeden bir çizimin altına " Herşeye sevgiyle bakın, S.." yazmış. Buzdolabıma kendi elleriyle astığı o post-it i hiç çıkarmadım. Her sabah, her akşam, post-it bana, ben post-it e baktım durdum. Senin kadar yüce gönüllü olamasam da, vasiyetine uyup, her şeye sevgiyle bakmaya gayret ediyorum Sibel'im. Doğum günün kutlu olsun güzel arkadaşım, huzur içinde uyu.



https://www.facebook.com/groups/14916190595/?fref=ts