18 Aralık 2012 Salı

Karma Karışık

Keşke bir yöntemi olsaydı insanları gerçekten anlamanın. Herkes ne kadar karmaşık, dipsiz ve çoklu bilinmeze sahip aslında. Sadece bilmemizi istedikleri özellikleri, çeşitli olaylar karşısında anlattıkları kadarı ve iç dünyalarının, bizimle paylaştıkları kısmıyla anlamaya çalışıyoruz onları. Halbuki tüm bunlar, çoğu  insan tarafından oldukça maniple edilebilir haller. Bu durumda, aslında herkesi, kendilerini göstermek istedikleri kadar tanıyoruz. Üstelik, bazıları da kendini, hiç olmadıkları bireyler gibi tanıtmak hususunda oldukça iyi işler çıkarıyorlar.

Kimsenin kendisini tanıtırken, şu an iyi biri gibi görünsem de, ben aslında çok kötü bir insan olabilirim, tuhaf ve gizli kapaklı hedefler çok ilgimi çeker ve tüm bunlara ulaşmak için, günü gelip de çıkar ve amaçlarıma ters düşerse, çirkin şeyler yapabilir ve başkalarına zarar vermekten hiç çekinmem, demesini bekleyecek kadar naif değilim elbet. Herkes kendinden yanadır, oldukça farkındayım. Yine de, bunu bilmenin bir yolu olmasını çok isterdim.

Anlamadığım, bazı insanların, neden olmadıkları biri gibi davranmaya çalışarak kendilerini zora koştukları. Oldukça yorucu olmalı. İyi biri olmaya özeniyorlar da, kendi kendilerine mi savaşıyorlar, yoksa dünya kendi etraflarında dönüyor zannettikleri için, amaçları uğruna her yol mübah diye düşünüp, kendilerinden başka hiçbir şeyi mi umursamıyorlar?

Bugün okuduğum bir yazıda, kendine bile dürüst olamayan insanlardan bahsediyordu. Bu konu da, tam olarak oradan çıktı işte. İnsan, kendisiyle baş başa hesaplaşırken bile olmadığı biri gibi davranıyorsa ve kendine bile itiraf edemediği, sürekli bilinçaltına ittiği duyguları varsa, bir başkasına dürüst davranmasını beklemek son derece hayalci bir yaklaşım olur elbet. Kim bilir, ne çok huzursuzluk ve ne çok mutsuzluk yaşıyorlardır kendi içlerinde bile. Dışarıya nasıl aksettiğini siz hesap edin artık.

Bazen, sırf dikkat çekmek için, çok karmaşıkmış ve inanılmaz gizemliymiş gibi görünmeyi sevenler de olabiliyor. Halbuki aslında, herşeyin en sadesi ve en yalını değil midir en güzel olanı? Tuhaflaşmaya çalışmanın ne alemi var?

Tüm bunların, tamamen bir zaman kaybı olduğu bilinse, bu kadar gizemli ve gereksizce gizli kapaklı olmanın son derece sıkıcı ve manasız olduğu anlaşılsa, dünya ne güzel bir yer olurdu. Herkes için boşa zaman kaybı ve gereksiz bir sürü yorgunluk. Bu kadar saklanmak, bu kadar çaba boşa. Eninde sonunda, herşey gün yüzüne kavuşuyor nasıl olsa. Mevlana ne demiş; "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol". Gerisi boş, gerisi teferruat.

13 Aralık 2012 Perşembe

Brrr Hava Çok Soğuk

Şimdi şöyle bir durum var, Ekaterinburg'da hava cidden çok soğuk. Bilenler bilir, sıcağı hiç sevmem, soğuktan da hiç şikayet etmem, durumu oradan hesap edin artık. Bugün - 20 lerde seyretti. Şu anda dereceler -23'ü gösteriyor. Hissedilen ise -33'müş. Hissedilmeyen sıcaklığı her ne yapacaksak artık? Bu hafta hep böyle olacakmış. Haftaya Cuma'ya kadar da, sıcaklık - 20 civarında seyredecekmiş, weather.com'un yalancısıyım. Haftaya Cuma, bol güneş vaat ediyorlar ama hava sıcaklığı ancak -14 olacakmış. Onun hissedileni de, olsun olsun -20. Şaka gibi. Başka bir deyişle, Rusya soğuğu son gaz devam ediyor.

Kaldırımlardaki karlar temizleniyor ama bir şekilde yerde kalanlar oluyor. Onlar da sağ olsun, hep beraber buz tutmuş vaziyetteler. Tüm kaldırım ve yürüyüş alanlarında, yer yer, bazen ince, bazen de gayet kalın buz tabakaları var. Kar üzerinde falan değil, bildiğiniz buz üzerinde yürüyoruz. Anlatmak zor, yaşayıp görmek lazım. Apartman girişlerini, kaldırımları, otel giriş ve park alanlarını, alışveriş merkezleri giriş ve yürüyüş alanlarını, kar ve buzdan temizlemek büyük bir iş. Hemen hemen her işletmenin, kendine özel kar küreyicileri var.

Ne giyersen giy olmuyor. Astronot gibi giyinirsen belki bir ihtimal koruma sağlayabilir, henüz denemedim. Henüz dememden de anlaşılır olduğu üzere, her an deneyebilirim. Sokaklarda, bizim kayak merkezlerinde kullandığımız, çoğu fosforlu renkteki kar pantolonları ve kar montlarının giyilmesi hiç yadırganmıyor, aksine gayet normal karşılanıyor. Belki de, sadece ben yadırgıyorum ama kesinlikle anlayış gösteriyorum. Zira, dışarıda yürürken, olduğun yerde dona bilme ihtimali ile karşı karşıya kalıyorsun. Aman çok yürüdüm, durayım azıcık dinleneyim demenin mümkünatı yok, sonuçları belirsiz. Hele hele, dışarıda bir banka oturmak imkansız. Durduğun dakika, seni acımasızca mahvedecek kavuran soğuk mu, yoksa buz tutmuş banklar yüzünden mi diye soracak olursanız, buna bir cevabım yok. Hangisi daha kötü bilemiyorum. Sürekli hareket etmeniz lazım, 2-3 saniyelik duruşlar bile, insanı ciddiyetle zorlar cinsten. En büyük problem ise, yüz ve ayaklar. Yürümenin dozu kaçtığı vakit, ayaklarını hissetmeme, yüzde bolca karıncalanma ile beraber hemen akabinde oluşacak soğuk yanıkları, makus kaderin olarak sana eşlik ediyor.

Bu arada iç mekanlarda da, tam bir tezat durum söz konusu, her yer yanıyor. Askılı bir t-shirt ile rahatlıkla oturabiliyorsunuz. Dışarıda geçirilecek zaman göz önünde bulundurulup, giyinmek şart. Fazla kalın giyinirseniz, bu sefer iç mekanlarda sıcaktan çatlamak gayet mümkün ve son derece olası. Lahana misali, kat kat giyinmek icap ediyor. Dışarıda, tüm katlarının üzerinde olmasını garantileyip, iç alanlarda ise, yavaş yavaş katlarından kurtulup, en ince halinle kalmalısın. Durum zor ama imkansız değil. Gelmek isteyenlerin gözü korkmasın, ufak şoklar yaşasa da, insan herşeye zamanla alışıyor.




19 Kasım 2012 Pazartesi

Her Yerde Kar Var

İki haftadır kar yağıyor, hem de sektirmeden her gün. Uzun lafın kısası, kar mevsimi açıldı. Öyle kısa falan da değil, dolu dolu altı buçuk ay. Kasım başında başladı. Mayıs ortasına kadar devam edebileceği ise, tarihsel tekerrürlerden kaynaklanan, yerel halkın çeşitli açıklamalarına dayanıyor. Ekim'de de yağdı ama saymıyoruz onu, zira tutmamıştı.

Genelde tipi tarzı büyük yağışlar, geceleri yaşanıyor, bazen de akşamları. Böyle dediğime bakmayın, sabahları da yağıyor ara sıra. Sanırım durup durup, kar yağıyor demek daha uygun olacak gibi.

İnsanlığın karla mücadelesi de, apayrı bir konuymuş meğerse. Sitedeki bir görevli, her gün, saat 07:30 gibi başlıyor karları küremeye. Sitenin içindeki yol ve kaldırımlardaki karları alıp, bahar aylarında çimlendirilen alana atıyor. Gün bitiyor, karlar bitmiyor bir türlü. Hah adamcağız azıcık kolayladı derken, hop bir daha başlıyor yağmaya. O hiç temizlememiş gibi, her yer yine alabildiğine bembeyaz oluveriyor birden. Her gün devam eden bir ritim. Ne kar duruyor, ne de adamcık. Bir Ekaterinburg rutini..

Geçen sene, Şubat ortasında, Ekaterinburg'a ilk geldiğimde, her yerde kar vardı haliyle. Etrafta tek bir kardan adam görememiştim. Kartopu oynayan da yoktu hiç. Biraz tuhaf gelmişti açıkçası. Bu kadar çok kar içinde, sürüsüne bereket kardan adam yapma isteğim ve sokaklarda koşturarak kartopu oynama ihtiyacımı, kendi kar görgüsüzlüğüme bağlayıp, çaresiz, terbiyeli terbiyeli oturmuştum ben de.

Bizde kar yağar yağmaz, çeşitli boyda kardan adamlar yapılmaz mı hemen? Yerlerde yeterince kar yoksa bile, arabaların üzerinden toplamak suretiyle, ilk fırsatta kar topu oynanmaz mı? Karın yarattığı eğlence ve güzelliğin fotoğrafları çekilmez mi? Bizde olayı bu değil midir karın? En azından, bende durum böyle kodlanmış. Rusya'daki kod farklı herhalde diye düşünüyordum. Ta ki, iki hafta önce ilk kar yağdığında, sitenin bir ucunda duran kardan adamı farkedinceye kadar. Yapılırken görmedim ancak, kendisi halen duruyor sitenin bahçesinde gururla. Kartopu oynayan birkaç insan da gördüm geçen hafta. Demek bizde bir anormallik yok, kodlarımız çok da farklı değil. 

Sonradan düşündüm, bizde bir hafta, bilemedin on gün sürüyor kar mevzusu. Haliyle herkes, hazır bulmuşken, ne kartopu oynamayı, ne de kardan adam yapmayı hiç ertelemiyor. Her an eriyebilir zira. Burada öyle mi? Aksine kar yağışı da, kardan adamlar da evladiyelik. Bir müddet sonra, kardan da, ne kadar sempatik olsalar, kardan adamlardan da, fenalık geliyor herhalde. İlk seferde ilgili geleneği gerçekleştirdikten sonra, olayı akışına bıraktıklarını düşünüyorum şu an. Bu konuyu araştırmayı ise, sosyal antropolog ve etnologlara bırakarak, kendimi, karın keyfini çıkarmaya odaklıyorum. Kardan bu kadar çok bahsedince, insanın gerçekten sıcacık bir çaya ihtiyacı oluyor...




13 Kasım 2012 Salı

Zamansız Bir Masal

Bir varmış, bir yokmuş. Tanrı'nın akıllı ve deli kulları çokmuş, ama bizlerden delisi hiç yokmuş. O zamanlar, bir şey için çok demesi iyi değilmiş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, güzel ülkelerin birinde, kendi halinde, iyi niyetli bir kız yaşarmış. İsmi Mira olan bu kız için, evi, ailesi, dostları ve arkadaşları pek değerliymiş. Onları, her şeyin üzerinde tutarmış. Tabii bir de üzüm bağlarını...

Üzüm yetiştiriciliği ile uğraşan Mira, ülkenin en güzel üzümlerini yetiştirmesiyle ünlüymüş. Onun üzümleriyle yapılan şaraplar, şıralar ve pekmezlerin tadına doyum olmaz, üzümlerini bir kez tadan, bir daha başka üzüm yiyemezmiş. Alıcılar kuyrukta beklermiş. Tüm gününü bağlarda geçirmesi, ününün tesadüfi olmaması ile açıklanırmış. Akşamları ise, üzümlerinin daha iyi olması için, yeni ve farklı yollar bulmak için, sabaha kadar uğraşır, didinirmiş.

Masal bu ya, günlerden bir gün, Mira'nın yolu, iyi bir insan kılığına girmiş, aslında karanlık bir kişiliği olan, Cabir ile kesişmiş. Cabir, kendi üretmediği halde, üretken insanları kullanarak, kendine ün yapmış bir oyunbazmış. Masalımıza da, Mira'nın yetiştirdiği üzümleri almak için, sıraya giren alıcılardan biri olarak girmiş. Mira, herkesi kendi gibi sandığı için, Cabir'den bir an bile şüphe duymamış. Cabir, zaman içinde, Mira ile çeşitli vesileler ile yakınlık kurup, iyi niyetli ve düzgün bir insan olduğuna dair, zaten olmayan bir şüphenin, hiç oluşmaması için tüm önlemlerini almış. Mira, herkese inanmaya dünden razı olduğu için, Cabir'in karanlık yönlerini farketmemiş ve onu bir arkadaşı olarak görmeye başlamış.

Zaman içinde yolları ayrılan ve tekrar birleşen Mira ve Cabir, aslında çok farklı karakterlere sahip  olmalarına karşın, Mira bu farklılıkları hiç görmemiş, belki de görmek istememiş. Cabir'in asıl isteği ise, Mira'yı devre dışı bırakıp, onun gözü gibi baktığı bağlarına sahip olmakmış. Hain planlarını uygulamak için yepyeni yöntemler bulmakla uğraşan Cabir, günün birinde, Mira'nın bağlarında çalışan Nevred ile birlik olmanın kendisi için büyük avantaj yaratacağını farketmiş. Nevred ve Cabir başbaşa verip, Mira'nın üzüm bağlarını bozmak için çeşitli oyunlar yapmışlar. Bağlara böcekler salmışlar, üzümleri yakan ilaçlar atmışlar. Planları uzun zaman alsa da, başarılı olmuş. Mira, ne yaparsa yapsın, üzümleri artık eskisi kadar güzel değilmiş, alıcılar kapının önünde kuyruk olmayı bırakalı çok olmuş. Bağlarını kurtarmak için delicesine gayret gösteren Mira da, hüsran ve umutsuzluk içinde, bozulan üzümlerini satmak için, farklı alıcılar bulmaya yeltenmemiş. Büyük bir borç batağına doğru hızla sürüklenen Mira'nın imdadına, tabii ki hemen Cabir yetişmiş. Bağlarını alıp, onu bu borçlardan kurtaracağının müjdesini vermiş. Mira, Cabir'e bağlarının bozulduğunu ve türlü yöntemler denediği halde, üzümlerini eski haline döndüremediğini söylese de, Cabir bağları satın almaya kararlıymış. Mira, gönülsüz ama mecbur, iyi bir arkadaşı zannettiği bu adama bağlarını satmaya karar vermiş. Satmış ta. Neden sonra, arkadaşları zannettiği, Nevred ve Cabir'in birlik olup, yaptıklarını öğrenmiş ama ne fayda. Olan olmuş bir kere.

Üzüntü, kırgınlık ve aldatılmışlık hisleriyle boğuşan Mira, uzun ve kara günler geçirmiş. Nevred ve Cabir'i, bir zamanlar kendisinin olan üzüm bağlarında dolaşırken seyretmiş. Üzümler yavaş yavaş iyileşirken, Mira ise, içten içe, günbegün erimeye devam etmiş. Ancak, Nevred ve Cabir, tüm uğraşlarına rağmen, üzümleri hiçbir zaman, Mira'nın o dillere destan eski üzümlerinin haline döndürememişler. Bu ikisinin Mira'ya oynadıkları oyunlar duyulunca, zaten birkaç tane kalan alıcılar da, zamanla tamamen ellerini ayaklarını çekmişler. Cabir de, en sonunda Mira'nın durumuna düşüp, bağları bir başkasına satmak zorunda kalmış. Nevred ise, bağların yeni sahibiyle anlaşamadığı için, işinden olmuş. Kısacası, bağlar kimseye yar olmamış ve artık o güzel üzümler bir daha hiç yetişememiş.

Siz siz olun, hain planlarınızla kimsenin canını yakmayın. Er yada geç, aynı şeyler, hatta belki daha da fazlası sizin yakanıza yapışır. Mevlana demiş ki; " Bir gönlü mü kırdın, ağlamalısın. Hele özür dilemesini bilmiyorsan, senden dost olmaz, senden yaren olmaz. Ya kırdığın, incittiğin gönlü Allah seviyorsa, Resulullah seviyorsa, hatta arz-ü sema dahi seviyorsa. Nereden bileceksin, bilmiyorsun. Bilseydin ödün kopardı dokunmaktan.."

Yağmur yağdı, gün açtı. Gökten üç elma düştü. Biri masalı anlatana, biri masalı dinleyenlere, diğeri de dünyadaki tüm Mira'lara gelsin..


29 Ekim 2012 Pazartesi

Cumhuriyetimizin 89. Yılı Kutlu Olsun

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 89. yıl dönümü. Nedeni bilinmez bir şekilde Türk halkının, Cumhuriyeti'ni kutlaması engellenmek isteniyor. Gün boyunca Ankara ve İzmir'den gelen inanılmaz haberleri izledim. Çocuklar, gençler, yaşlılar, hepsinin elinde Türk bayrakları, tek istekleri Anıtkabir'e yürüyüp, Ata'mızın huzuruna çıkıp, ona şükranlarını sunmak. Ankara'ya gidecek otobüslerin engellenmesi, tazyikli su ve biber gazı, Cumhuriyetimizin kutlandığı bu güzel güne gölge düşürdü. Olanlar gerçekten çok üzücü.

Cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetmesi esasına dayalıdır. Dolayısıyla, halkın kendi Cumhuriyetini kutlamasından daha doğal ne olabilir? Bırakın insanlar özgürce yürüsün, bayraklarını sallasınlar. Neden bu engellemeler, yasaklar? Halkın, Cumhuriyeti kuran Atatürk'e saygı gösterip, onu bu özel günde anmasından, ellerinde bayraklarıyla kendi Cumhuriyetine sahip çıkmasından mı rahatsız olunuyor? Anlamak imkansız.

89 yıl önce Cumhuriyet ilan edilmeseydi ne olacaktı acaba? Düşünen var mı? 

Atatürk'ün Nutuk'taki bazı sözlerini tekrar hatırlayalım;

" 1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. 

Gerçekten içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı, bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış boş sözlerden ibaretti. 

Efendiler, bunların karşısında bir tek karar vardı. O da, milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.

İşte daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur."

Nutuk'u, herkesin okumasını öneririm. Hatta, ara sıra tekrar tekrar okuyup, hatırlamakta da büyük faydalar olduğunu düşünüyorum. 

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Daha nice seneler, yasaklar ve engeller olmadan, coşku, gurur ve mutlulukla kutlansın. Zira, Cumhuriyet halkın rejimidir, her daim, halk tarafından sahip çıkılacak ve korunacaktır. Bilirsiniz, Nutuk, Gençliğe Hitabe ile biter. Hatırlayacaksınız, Gençliğe Hitabenin son sözleri de şöyledir ;

"Ey Türk İstikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"


1 Ekim 2012 Pazartesi

Karaburun'da Taş Ocağı Mı? HAYIR, Teşekkürler!!

Dün bir protestoya katıldım, hem de koşa koşa. İzmir'in zeytin, üzüm, enginar ve nergisiyle meşhur güzel ve doğal ilçesi Karaburun'a bağlı Kösedere köyüne, mermer-mıcır ve taş ocağı açılıp faaliyete başlayacakmış. Havasında bulunan oksijen oranının % 23,6 dolaylarında olduğu Karaburun, tertemiz denizi, el değmemiş koyları ve doğal güzellikleri ile cennetten minik bir köşe.

Kösedere köyüne yaklaşık 1200 metre ve Kösedere ile İnecik köylerine içme suyu sağlayan su deposuna da sadece 300 metre uzaklıkta bulunan, taş ocağının hemen yanı, binlerce zeytin ağacı ile dolu. Üstelik bölge 2. derece deprem ve yine 2. dereceden sit alanı. Açıkçası her bakımdan yanlış bir karar alınmış.

Kösedere'deki Taş Ocağının Manzarası

Doğayı, tarımı, ülkemizin güzelliklerini korumak yerine, tam bunların ortasına bir taş ocağı açmak, haklı olarak bölge halkını ayağa kaldırdı. Karaburun'a bağlı tüm köy ve yerleşimlerden gelen yöre sakinleri, bu durumu protesto etti. 




Mermer-mıcır ve taş ocaklarının çevreye verdiği zararlar çok ciddi. Herşeyden önce, taş ocağının yaşam alanına bu kadar yakın olması, hem insan, hem de çevre sağlığı açısından büyük riskler taşıyor. Taş çıkarmak için, işletmelerin dinamit patlatması gerekiyor. Patlatılan her dinamit küçük ölçekli bir deprem etkisi yaratıyor. Ocaklardan çıkan ve havaya karışan toz, insan sağlığı açısından büyük bir tehlike. Hem astım, hem de türlü akciğer hastalıklarına açık davetiye. Aynı toz, çevredeki bitki ve ağaçları da büyük oranda etkileyip, zamanla tüm ekolojiyi temelinden bozabilecek nitelikte.

Hem yöre halkının en büyük geçim kaynaklarından biri olan zeytincilik ve organik tarıma, hem de bu tertemiz hava ve bakir doğaya büyük zararlar verecek taş ocağı Kösedere'ye hiç yakışmıyor. Konu ile ilgili açılan dava halen sürmekte. Bu yanlış karardan acilen dönülmesini diliyorum. Zira Türkiye'nin önemli oksijen depolarından biri olan ve en temiz denizlerinden birine sahip bu güzelim yarımadaya bırakın taş ocağı açmayı, pamuklara sarıp sarmalamak gerektiğine inanıyorum.



15 Eylül 2012 Cumartesi

Biricik Ananeciğime İtafen

Benim pamuk ve melek bir anneannem (ki bundan sonra bahsi anane olarak geçecek) vardı. İçimdeki hiçbir şeye ve hiç kimseye rağmen yılmayan insan sevgisini, merhameti ve şefkati tamamen ona borçluyum. Hepsini ondan öğrendim.

Bol bol ve sürekli koşulsuz sevgi alarak büyüdüm ananem sayesinde. Torunlarına, yani bana ve kardeşim Uğur'a çok düşkündü. Biricik kızı olan annemi ayrı sever, onunla gurur duyar, hiç kıyamaz, damadı olan babamı da, kendi öz evladı gibi sever ve kayırırdı. Kısacası, katmerli bir sevgisi vardı hepimize karşı. Ona göre, ne yapsam iyi yapıyordum, ne desem doğruydu, çok akıllıydım, ne istesem başarabilirdim ve ne istesem hemen yerine getirilirdi. Aynı koşulsuz ve sonsuz sevgiyi, ben de ona karşı hissediyordum, halen de hissediyorum. Ne yapsa ne dese, hep benim bir numaralı kraliçemdi. Haliyle, ben de onun biricik prensesi.

Tanıyanlar, muhakkak muazzam bir aşçı olduğunu söyleceklerdir. Yemek yapmayı mı, yoksa, muhteşem sofrasını kurup, yemek yedirmeyi mi daha çok sevdiğini hiç bilemedim. Belli ki, her ikisinden de aynı oranda zevk alıyordu. O kadar lezzetli yemekler yapardı ki, ailedeki herkesin damak zevkini oldukça geliştirdi. Evde yardımcılarımız olduğu zaman bile, mutfağa kimseleri sokmazdı. Mutfağı onun krallığıydı. Çocukluğumda, ananem yemek yaparken, mutfakta oturup onu seyretmekten büyük keyif aldığımı hatırlıyorum. O da, leziz yemeklerini ustalıkla yaparken, bir yandan da bana nasıl yaptığını anlatırdı keyifle. Yemeğin içine sevgisini katardı arsızca. Yıllar sonra, İstanbul'a taşındığımda, az arayıp, çeşitli tarifler almadım yemek yaparken. Özel tariflerini anneme yazdırması sayesinde, neyse ki yemek defteri, halen ailenin en önemli yadigarlarından. Ben yemek yapmayı da, ananemden öğrendim. Ananeden sonra, yemekler hep biraz tatsız ve tuzsuz oldu bizim için. Hep o bildiğimiz lezzeti aradık ama nafile, hiç bulamadık. Çaresiz yetindik elde olanla.

Kudretli, güçlü, azimli, korkusuz ve şavaşçı bir kadındı. Hiç bir zaman pes etmez, olumsuzluklarla savaşır, bu sırada, her nasıl yapabiliyorsa, moralini gayet yüksek tutmayı becerir ve yüzü hep gülerdi. Sanırım ortaokul zamanıma denk gelen yıllarda, kanserle uzun bir mücadeleye girişti. Büyük zorluklar çekmesine rağmen, hiç yılmadı, yenilmedi ve bütün gücüyle savaştı. Bu uzun savaşı sırasında, hem biz ona, hem de o bize moral desteği verdi. Şüphesiz, savaşı kazanan taraf ananem oldu. Hayatla mücadele etmeyi, güçlü olmayı ve korkmamayı da ondan öğrendim.

Çok dini bütün, Allah korkulu bir kadındı. Beş vakit namazını kılar, sağlığı elverene kadar orucunu tutar, dini vecibelerini yerine getirir, herşeyi tevekkülle karşılar, kimse hakkında kötülük düşünmez, kendi inançlarını kimseye diretmez, kendi inancından olmayan hiç kimseyi, hiçbir koşulda yargılamaz, bağnazlıktan hoşlanmaz ve dinin kimde olduğunu dışarıdan asla bilemeyeceğimizi, bu konuda laf söz söylemenin bize düşmediğini söylerdi. Evden dışarı çıkarken, kıyafetine uygun, birbirinden güzel eşarpları, çenesinin altında minik bir düğümle bağlardı. Eşarpları ananemle sevdim ben. Yeri geldiği zaman, kuaförüne gider, bakımını yaptırır, saçını boyatır, taratır ve başını açıp, eşarbını, boynuna indirip, baş örtüsünü fular olarak kullanmaktan da çekinmezdi. Herşey yerine göre derdi. Bana dini de, iyi ahlaklı bir birey olmayı da öğreten ananemdir. Üstelik tüm bu öğretileri, anlatmaktan ziyade davranışlarıyla öğretti.

Dedemi çok sever ve sayardı. Dedemi kaybettiğimiz sıralarda, küçük yaşta olmama rağmen, çok bocaladığını ve bize hissettirmemeye çalışsa da, çok derin bir şekilde üzüldüğünü hatırlıyorum. Öldükten sonra bile, büyük bir aşkla sevdi dedemi. Sanırım aşkı da ondan öğrendim.

Eşimi, yani Erdem'i de ilk ananem beğendi, onunla birlikte olmamı istedi. Yıllar sonra, Erdem de ailemize katılınca, onu da koşulsuz ve arsız sevgisinden mahrum etmedi. Güzel gözlü oğlum diye severdi Erdem'i.

Yedi sene önce bugün, yeryüzündeki melek görevinden, gökyüzündeki melek görevine geçiş yaptı. Bu durumu, onun herşey karşısında gösterdiği tevekkülle karşılayamadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ne yaparsak yapalım, bencil varlıklar olduğumuz için, kayıplara hele ki, koşulsuz sevdiğimiz insanların kayıplarına dayanamıyoruz. Üstün Dökmen demiş ki; "Bir yakınını kaybedenin yüreğinde o ilk gün kırk mum yanar, sonra her gün bir tanesi söner. Kırkıncı gün tek bir mum kalmıştır sönmeyen; işte o hayat boyu sönmez. Ve insan sadece ölümle kaybetmez sevdiklerini..." Ailece, yüreğimizdeki o tek ama kocaman bir alevle yanan mumla yaşıyoruz yedi yıldır. Melek ananem, pamuğum, seni çok özledim, huzur içinde uyu...

Uğur ve ananem, Kaynarpınar'daki evimizin terasında

6 Eylül 2012 Perşembe

Zemberek Darmaduman, Ayar Kaçık, Çivi Kayıp

Her yer viran. Hepimizin zembereği darmaduman, ayarımız kaçtı iyice. Dolayısıyla yaşadığımız dünyanın çivisini çıkardık ve hatta kaybettik sanırım. Herkes herkesle kavgalı, bir bencillik alıp başını yürümüş, yalanlar, dolanlar gırla, kimsenin kimseyi gerçekten dinlediği yok. Farklılıklara tahammülsüz, hoşgörüsü tükenmiş, birbirini dışlamış halde yaşamaya, inat üzerine inat ediyoruz. Neredeyse, hemen herkes, topyekun kendi gizli çıkarlarının peşinde. Sevgiymiş, doğrulukmuş, dürüstlükmüş, mertlikmiş, iyilikmiş ara ki bulasın.

Hayır nedir paylaşamadığımız acaba? Alt tarafı, yediğimiz bir tabak yemek. Daha fazlası mümkün değil zaten. Ne zaman bu kadar acımasız, vurdumduymaz ve kendimiz harici konulara bu derece ilgisiz olduk? Bize benzemeyeni beğenmiyor, farklı sesleri yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Halbuki, dünyayı zenginleştiren ve güzelleştiren tüm bu farklılıklar değil mi? Hepimiz birbirimize benzeyip, aynı şeyleri sevip, aynı şeyleri düşünüp, aynı şeylerden zevk alsak, hayat ne sıkıcı olurdu kim bilir. Sıkıcı olmakla kalsa iyi, üretkenlik de toptan yok olurdu. Mevlana Celaleddin-i Rumi demiş ki; "Herkesin aynı şeyi düşündüğü yerde, kimse fazla birşey düşünmüyor demektir". Birileri, diğerlerinden farklı düşünmeseydi şayet, ne elektrik bulunurdu, ne de uzaya gidilirdi. Kimse farkında değil mi?

İnsanca ve adil bir yaşam tarzı sürülebilse şayet, dünya ne güzel bir yer olabilir. Savaş, terör, vahşet, açlık ve yoksulluk kimin icadı? Kimler neler kazanıyor bunlar süregelirken? Şu yüzyılda, açlıktan ölen çocukların sorumlusu kim? Ya teröre kurban verilen onca can? Her geçen gün, kederimize keder eklemiyor mu? Çeşitli savaşlarla boğuşan ülkeler ve orada aklımıza bile getiremeyeceğimiz olanca zorluğu yaşamak mecburiyetinde olan insanlar? Sırf belli bir coğrafyada doğmuş olduğu için acı, yoksulluk, perişanlık ve açlık çekiyor olmanın neresi adil? Nedir birbirimizden bu denli alıp veremediğimiz?

Olumsuz davranmak, olumlu davranmaktan çok daha zor aslında. Herkesin, kendini bunca zorlayıp, olumsuz davranması, size de tuhaf gelmiyor mu? Neden zorlaştırıyoruz her şeyi bu kadar? Niçin yardım etmiyoruz yardıma muhtaç olanlara? Neden öldürmek istiyor ve hatta öldüyoruz birbirimizi? Sevgimiz mi, ilgimiz mi, yoksa duruşumuz mu eksik? Sevmek ne güzel şey oysa. İnsanın içini ümit, iyilik, anlayış ve mutlulukla doldurup taşıran, sınırı olmayan büyük bir güç. Ne zaman unuttuk sevmeyi? Nasıl vazgeçebildik öylece? Gözlerimiz nasıl bu kadar kör, hırsımız ne zaman insan yaşamından daha kıymetli oldu?

Tüm bu soruların cevabını vermek pek mümkün gözükmese de, konuyu Mevlana'nın meşhur yedi öğüdü ile toparlamak mümkün;

- Cömertlikte ve yardım etmekte akarsu gibi ol
- Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
- Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
- Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
- Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
- Hoşgörülülükte deniz gibi ol
- Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

Tüm dünyayı, bu yedi öğüt kurtarabilir. Sadece hatırlatmak istedim...


4 Eylül 2012 Salı

Cennet mi Hasret mi?

Şu dünyada herkesin bir cenneti olmalı. Başka hiçbir şeye gerek duymadan, sadece sınırları içine girdiğinde bile mutlu olduğu. Orada bulunduğu sürece yenilendiği, olduğu gibi davranabildiği, kendisini ifade etmek zorunda olmadığı, rahat olabildiği bir yer olmalı. Ne giysem, ne yapsam, ne içsem, ne desem dertlerinden uzak, alabildiğine özgür, alabildiğine kendi dolu.

Yaklaşık bir buçuk aydır kendi cennetimdeyim. Çocukluğumdan kalma güvenli, mutlu ve huzurlu. Fonda sakin bir melodi, tatlı anılarla dolu, tanıdık, bildik manzaraya doğru tertemiz bir nefes çekme özgürlüğünü yaşıyorum doyasıya.

Benim cennetimde ek olarak, bir de eski ve eski olduğu kadar da yakın dostlar ile babam mevcut. Bir nevi ballı kaymak. Babamla, bu kadar uzun en son ne zaman geçirmiştim hatırlamıyorum bile. Çokça özlemişiz birbirimizi. Eski dostlar derseniz, hani onlarla beraberken, hiçbir şey konuşmadan bile son derece rahat ettiğiniz, sadece gözlerle bile anlaşabildiğiniz, yıllarca görüşememiş olsanız da, karşılaştığınızda sıcacık sarılabildiğiniz, ne deseniz yanlış anlaşılmayacak, saçma kıskançlık ve aptalca kendini anlatmaya çalışmalardan uzak ve her daim olduğunuz gibi kabul edilmenin dayanılmaz rahatlığını yaşayabildiğiniz insanlar. Ne az ve bir o kadar da kıymetliler değil mi?

Hal böyle olunca, bir huzurdur gidiyor bir süredir. Dünya telaşından uzak, ağır bir ritimle yaşıyorum. En son üniversite yıllarında bu kadar uzaklaşabilmiştim her şeyden. Ne kadar iyi geliyormuş meğer.

Bir kusuru var yine de, malum hiç birşey tam olmuyor şu hayatta, illa bir eksik, bir gedik olacak. Erdem'den uzağım, hem de kilometrelerce. Sanki kilometreler daha fazla olunca, daha mı kötü oluyor bu ayrılık meselesi? Erdem'den çeşitli zamanlarda ve çok farklı kilometreler boyunca ayrı kalmış biri olarak, yanında olamadıkça, kilometrelerin pek bir önemi olmadığını bildiğim halde, yine de kendimi esir ediyorum şu uzaklık mevzuna.

Hasret her daim hayatımızın içinde. Sürekli bir hasret seçme durumundayız. Bir ailemizin, bir dostlarımızın, bir de sevdiğimizin hasret seçimi halinde gidip geliyoruz. İnsan cennetinde bile tam olamıyor bu hasret mevzusu sebebiyle. Her yeni seçim, farklı bir hasretin içine atıveriyor her birimizi usulca. Usul usul hayatımıza giren hasret, zaman içinde kocaman bir yangına dönüşüveriyor farkında olmadan. İnsan cennetinde yanar mı, yanıyor işte böyle kor gibi...




8 Ağustos 2012 Çarşamba

En Kıymetlime İtafen...

On üç yıl önce bugün, hayatımın en doğru kararını verip, o andan sonraki yaşamım için "Evet" dedim. Yıllar şaka misali geçmekle beraber, düğün telaşı, hafızamda halen çok taze. Hemen aklıma gelen, yıllanan ama eskimeyen arkadaşım Pınar da, gülümseyerek hatırlayacaktır, düğün öncesi, otel odasında, heyecandan, halihazırda elimde olan eldiveni kaybettim sanıp, ufak bir kriz yaşamış ve yaşatmıştım. Dünyanın ve Türkiye'nin dört bir yanında yaşayan arkadaş ve dostlarımız, o gün bizimle beraber olabilmek için İstanbul'a gelmişlerdi. Heyecan yerini mutluluğa bırakınca, aile, arkadaş ve dostlarla çok eğlendiğimiz güzel bir akşam geçirmiştik. Düğün sonrası, herkes yavaş yavaş dağılırken, en eski dostlarımdan biri olan Verda ve yanındaki arkadaşlarımız, çimlerdeki fıskıyelerin bir anda açılmasıyla sırılsıklam olup, otel lobisinden, burunlarından su akarak geçmek zorunda kalmışlardı. Sanki her şey dün gibi..

Yıllar, bazı bakımlardan oldukça zorlu geçse de, birbirimize olan aşk, sevgi, güven ve dostluğumuza zarar verecek durumlardan kaçındık. Uzun seneler birbirimizden ayrı yaşamamız gerekti, yılmadık. Beraberken bile, birbirimize ayıracak fazla zamanımız olmadı, dert etmedik. Bireysel özgürlük ve isteklerimize hep saygı duyduk.

Hikayemiz İzmir'de başlayıp, Bodrum, Antalya, İstanbul, İzmir, Tiflis, Batum ve Ekaterinburg arasında çoğu zaman hasretle geçen, uzun bir romana dönüştü. Her bir satırını güzellik ve mutlulukla yazdık. Birbirimize kavuşmak için, hiç söylenmeden, sürekli seyahatler ettik. En önemlisi, birbirimizin kıymetini ve değerini hep bildik ve hiç süpheye düşmedik. Seneler süren hasret, en sonunda bitti, artık beraberce dünyanın bir ucunda yaşıyoruz. Beraber olduktan sonra, dünyanın hangi ucunda olduğumuzun öneminin olmamasının rahatlığıyla. Zira benim için halen, dünyanın en huzurlu ve güvenli yeri Erdem'in omuzudur.

Düşündükçe, ne kadar şanslı olduğumu fark ediyorum. Erdem ile tanışmam ve beraberce mutluluk dolu bir hikayeye başlamamız, hayatımdaki en büyük şanslardan biri.

En kıymetlim, bu seneki evlilik yıl dönümümüzde de beraber değiliz. Ben İzmir, sen Ekaterinburg'dasın. Ama biliyorsun ki; "Kilometreler değildir insanı ayıran, birleştirir inan telefon telleri gibi, ama milimetrelerse ayıran, bağışlanamaz bir yazgıdır bu beterin beteri". Seni çok seviyorum, bu kocaman mutluluk dolu yıllar ve tüm yaşattıkların için sana teşekkür ediyorum. Evlilik yıl dönümümüz kutlu olsun. Daha nice senelere..


6 Ağustos 2012 Pazartesi

İstanbul İstanbul

Yaklaşık bir aydır Türkiye'de tatildeyim. Benim için bir nevi "Alice Harikalar Diyarında" durumu. Bir ay nasıl geçti hiç anlamadım. Oradan oraya koşuşturdum durdum. Türkiye'nin gündemi gibi, benim gündemim de pek yoğundu. Aile, dostlar ve arkadaşlar ile buluşuldu, konuşuldu, tartışıldı, gülündü, eğlenildi, kutlamalar yapıldı, yenildi, içildi, gezildi ve tozuldu. Geriye, tatlı hatıralar ile beraber, gündemi yakalayabilmek için, trafikte geçirilen onca zamanın, sorgu dolu gözlemleri kaldı.

İstanbul çok güzel bir şehir, benim için dünyanın sayılı şehirlerinin arasında. Tatillerde İstanbul'a gelmek hep çok heyecanlı ve başlı başına bir mutluluk kaynağı. Peki o trafik ne olacak? Hadi kış aylarında bu duruma hepimiz alışkınız ama yazın sıcağında da, bu denli ağır ve zor bir trafik beklemiyordum doğrusu. Malum, İstanbul'da trafik, yaz aylarında, okulların kapanmasıyla rahatlardı. Bu sene, hem boğaz köprüsü, hem de Haliç köprüsü aynı anda bakıma alınınca, olanlar olmuş. Bir yerden bir yere gidebilmek, deveye hendek atlatmaktan daha zor hale gelmiş. Sıcakta trafikte boğuşurken, tüm bu bakımlar, daha planlı ve programlı olamaz mıydı diye düşünmeden edemedim. Peyderpey yapılamaz mıydı örneğin? Hepsini bir arada yapmak ciddi bir şart mıydı? Sırf İstanbul değil mevzu bahis. İstanbul-Çanakkale, Çanakkale-İzmir ve İzmir-İstanbul yollarında da, bakımda olmayan yol yok gibiydi. İstanbul yol bakımları için en doğru ay yaz ayları olabilir, ancak şehirler arası yol çalışmaları, ilkbahar ve sonbahar aylarında olamaz mıydı acaba? Hadi hiçbiri olamıyor, en azından, bu yol bakımlarında çalışan insan sayısı biraz daha fazla olamaz mıydı? Trafikte binlerce insanın, saatlerce beklemesine karşın, yollarda bu hengamenin bitmesine çalışan bir o kadar az insan vardı. Sayı arttırılsa, belki biraz daha çabuk yol alınabilirdi.

İstanbul'un karayolu ulaşımı skandal bir hale gelmiş, metro sadece Taksim-Maslak güzergahlarına sıkışmış, metrobüsün yoğun kalabalığını aşıp, bir otobüse ulaşmayı başarabildiyseniz bile, sanırım, hava çok sıcak, nasılsa terleyeceğiz diye duş almayı reddeden bazı insanlar sayesinde, gayet sağlam bir mideye sahip olmanız gerekirken, deniz yolu ulaşımı neden çeşitlendirilmiyor acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Zira Avcılar'dan Yeniköy'e, araba ile 3 saatte gitmek pek normal ve insancıl değil. Halbuki bir deniz otobüsü olsa, Avcılar'dan en azından Beşiktaş'a gelse, hoş olmaz mı? Yeşilköy'den Eminönü'ne, Bakırköy'den Ortaköy'e, Rumelihisarı'ndan Beşiktaş'a ve daha nerelerden nerelere bir sürü vapur hattı veya deniz otobüsü seferleri olamaz mı? Engel nedir, var mı bir bilen? Vapurumuz mu, deniz otobüsümüz mü, planlamamız mı, yoksa düşüncemiz mi eksik?

İstanbul'u gerçekten çok özlemiştim ancak trafik beni on beş günde yıldırdı. Benim kaçma lüksüm var, ya bu lükse sahip olmayanlar?


4 Temmuz 2012 Çarşamba

Ekaterinburg'da Süpriz bir Pazar Günü

Geçen Cumartesi, bir arkadaşımız arayıp, bizi, Pazar günü göl kıyısında bir yerlere davet etti. Halen Ekaterinburg özürlü olan Erdem ve ben, göl kıyısında bir restauranta gideceğimizi düşünmüştük. Oldukça yanıldığımızı, ancak oraya gittiğimizde anladık.

Ekaterinburg'a 37 kilometre mesafede, Tavatuy isimli kasaba ve göle gelmemiz, arabayla, yaklaşık 45 dakika kadar sürdü. Göl civarında ve oraya varmak için geçtiğimiz yollarda, bildiğimiz yazlık misali, bir sürü ev gördük. Göle vardığımızda, etrafta herhangi bir restaurant göremeyince, durumun pek de düşündüğümüz gibi olmadığını, tam olmasa da, yavaş yavaş anlamaya başladık. Göl kıyısında güneşlenen ve yüzen insanlar, tekneler, yelkenliler, kısacası her şey, sanki Ekaterinburg'da değil, İzmir'in sakin bir koyundayız imajı veriyordu sürekli. Her yer yemyeşil, çimenler, ağaçlar, şahane bir doğa. Kışların bu kadar sert geçtiği bir şehirde, tunduraların ortasında, Haziran ayında, bu kadar sıcak ve yüzülebilecek doğal alanlar beklemiyordum açıkçası.





Biraz yürüdükten sonra, birkaç teknenin yanaştığı, minik bir iskeleye vardık. Hemen sonra kendimizi teknede bulduk. Ekaterinburg'un, sıcaktan kavrulduğu o gün (akşam saat 22:30 da sıcaklık 30 derece idi, unutulacak gibi değil), teknede yaklaşık 4-5 dakika süren, kısa ve püfür seyahatimiz sonucunda, gölün ortasında bir tesise geldik. Geldik gelmesine de, ne Erdem, ne de ben, bu durum için hazırlıklı değildik haliyle. Herkes mayo ve bikinilerinin içinde, kah güneşleniyor, kah yüzüyor. Biz ise, tamamen göl kıyısında yemek yemek üzere, giyinmiş durumdaydık. Hiç beklemediğiniz bir anda, minik bir cennete ulaştığınızı, ancak cennetin güzelliklerinden faydalanamadığınızı düşünün. Durum, aynen böyleydi zira.

 Ostrova

 Ostrova

Ostrova

Bizim geldiğimiz, bu minik ada tesiste, restaurant, bar ve güneşlenme alanları mevcuttu. Bu yerin isminin "Ostrova Project" olduğunu orada öğrendik. Bulunduğumuz yer dışında, yine gölün ortasında, üç farklı adacık daha varmış. Birisi sauna, diğeri Yunan tarzı döşenmiş bir villa ve en sonuncusu da Bali tarzı döşenmiş bir villa. Hepsi günlük olarak kiralanabiliyormuş.

 Ostrova

Ostrova

Gölün ortasına kadar onca yolu kanat çırparak gelip, koltuğuma konan kahraman kelebek

Ostrova'da bol sıcak ve güzel bir gün geçirdik. Ekaterinburg'da yaz günleri çok uzun sürüyor malum. Biz ayrılırken, saat sekize gelmesine rağmen, güneş halen, tüm haşmetiyle hüküm sürüyordu. Daha hazırlıklı olsaydık, keyfini daha çok çıkarabilirdik düşünceleriyle, kendimizi yine, bu sefer dönüş yolculuğu için, teknede bulduk. Bir daha gideceğimiz zamanı hevesle bekliyorum.






24 Haziran 2012 Pazar

Oranienbaum, "Grand Menshikov Palace" & "Chinese Palace"

Saint Petersburg'daki son gezi olan, Peterhof'a yaptığımız ufak yolculuğun, bir diğer bir bacağı da, Oranienbaum'du. Peterhof'a yaklaşık 10 ila 15 dakika uzaklıkta bulunan Oranienbaum, Finlandiya Körfezi'nin kıyısında, Saint Petersburg'un batısında yer alan ve eskiden Rus Kraliyetinin ikamet ettiği bir yer. Peterhof gibi, burada bulunan saray ve şehir merkezi de UNESCO Dünya Mirasları listesine girmiş. Oranienbaum, aslen Almanca bir sözcük, anlamı da "portakal ağacı". II. Dünya Savaşından sonra, Alman izlerini silmek için, ismi "Lomonosov" olarak değiştirilmiş.

Tur otobüsünden indikten sonra, güzel bir parkın içinden yürüyerek, göletler, ağaçlar ve çayların arasından Grand Menshikov Sarayı'nın bulunduğu alt bahçeye ulaştık. Alt bahçede, sarayın bittiği sınırın iki yanında bulunan çalı labirentler, sarayın tam önündeki renkli bahçe süslemeleri ve heykeller çok ilgi çekici.

 Yürüyüş yolumuz üzerindeki çay

 Ve bir başka çay

 Atakan, yol üzerinde güvercinleri beslemeyi ihmal etmedi

Yol üzerinde ufak bir gölet

 Grand Menshikov Palace Alt Bahçe

 Alt Bahçe süslemesi & Çalı labirentler

Grand Menshikov Palace Alt Bahçe

Çağla ile beraber alt bahçedeyiz

Oranienbaum, Büyük Petro tarafından, sağ kolu, yakın arkadaşı ve Saint Petersburg'un ilk valisi olan Alexander Danilovich Menshikov'a verilmiş. Menshikov da vakit kaybetmeden, hemen bir saray yapmaya girişmiş. Ön cephesi denize bakan sarayın, içi gerçekten görülmeye değer. Alt bahçedeki merdivenleri çıkıp, saraydan içeri girdik. İçeride yine fotoğraf çekmek yasaktı. Alt kattaki odalarda, o dönemde giyilen kıyafetler ile kullanılan eşyalar sergileniyor ve yapılan restorasyonu anlatan fotoğraf ve bilgiler bulunuyordu. Üst katta ise, balo salonu, yemek ve oturma salonları, tüm görkemiyle gerçekten görülmeye değer. Kapı kollarına bile bayıldım. Kapıyı açmak için tutulan bölüm, metal bir kartal pençesinin içine yerleştirilmiş, büyükçe, yuvarlak kesimli, beyaz kristal bir taştan oluşuyor. Aynı kapı kolu, Peterhof'taki "Cottage Palace" ta da vardı. Tek farkı, "Cottage Palace" taki taşın mavi olmasıydı. Ne ihtişam.


Grand Menshikov Palace (Alt bahçeden)

Grand Menshikov Palace (Alt bahçeden)

Sarayın içini gördükten sonra, geldiğimiz yerin tam aksine, sarayın arka kapısından, bu sefer üst bahçeye çıktık. Üst bahçeden çıkınca, kendimizi yine bir parkta bulduk. İçinde, göletler, kanallar ve köprüler bulunan son derece huzurlu bir park. Haliyle, huzur dolu bir yürüyüş oldu. Kısa bir süre sonra, yol bizi, "Chinese Palace" a getirdi.

 Grand Menshikov Palace (Üst bahçeden)

Grand Menshikov Palace (Üst bahçeden)

Grand Menshikov Palace Üst Bahçe sınırı

 Chinese Palace yolu


 Chinese Palace yolu

 Chinese Palace yolu

"Chinese Palace", Büyük Katerina diye bilinen, Çariçe II. Katerina tarafından, kişisel kullanımı ve sadece yakın arkadaşlarını ağırlayacağı bir kır evi olarak yaptırılmış. Aynı Katherina, sahip olduğu 250 tablosunu sergilemek için, Saint Petersburg'daki Hermitage Sarayını da inşa ettiren Çariçe. Sarayın tam önünde, heykellerle süslü bir gölet var. Daha ilk bakışta cezbediyor sizi. İtiraf ediyorum, o ana kadar gezdiğimiz her saraydaki, her bir odayı uzun uzun Rusça anlatan rehberlerden, (ve ben ekstra olarak, yeşil sivrisineklerin yarattığı müthiş kaşıntıdan) bunalmış olacağız, sarayın içini, ne Gamze, ne Çağla, ne de Atakan, hiçbirimiz gezmedik. Bizim grup içerideyken, biz dışarıdaki gölet, ağaçlar ve doğanın keyfini çıkarıp, gördüklerimizi bol bol fotoğraflamayı yeğledik.

 Chinese Palace

 Chinese Palace'ın önünde bulunan gölet & heykeller

 Chinese Palace

 Chinese Palace'ın önündeki gölet

 Chinese Palace manzarası

Chinese Palace manzarası

Bizim turumuzda bulunmayan, ancak Oranienbaum'da görülebilecek diğer iki yer ise; III. Peter'ın bekarlık döneminde kullandığı, III. Peter Sarayı ve "Katalnaya Gorka" olarak da bilinen "The Sliding Hill Pavilion".

Böylece, Saint Petersburg ile ilgili yazıların da sonuna geldik. Saint Petersburg, ölmeden önce görülmesi gereken yerler listesine, kesinlikle ve rahatlıkla girecek bir şehir. Parkları, kanalları, sarayları, katedralleri, müzeleri ve tarihi binalarıyla, orada bulunduğunuz süre boyunca, size dur durak vermeyecek, göreceksiniz. Mümkünse bahar veya yaz aylarında gitmenizi öneririm. Kış aylarında, çetin bir soğuk, bol kar ve buz sayesinde, şehrin keyfini olması gerektiği gibi çıkaramayabilirsiniz. Kuzeyin Venediği, beyaz gecelerin başkenti ve Büyük Petro'nun şehri Saint Petersburg'u, tekrar tekrar gidilebilecek, dünyanın en güzel şehirleri listeme ekliyorum.

 St. Isaac Katedralinin Kulesinden Saint Petersburg

St. Isaac Katedralinin Kulesinden Saint Petersburg 

St. Isaac Katedralinin Kulesinden Saint Petersburg

Peter & Paul Kalesinden Hermitage Müzesi

Gamze-Çağla ve Atakan'ın evinden Saint Petersburg-akşamüstü saatleri

Gamze-Çağla ve Atakan'ın evinden Saint Petersburg-23:30 civarı

Dipnot: Bu yazıdaki fotoğrafların bir kısmı yine Atakan'a ait. Teşekkürler Atakan.